31 Aralık 2010

2010 Özeti



METALLICA - SAD BUT TRUE


Hangi cümleler anlatabilir ki 2010 yılını, hangi anlam yerini bulur, hangi ifade yaşananlar kadar dolu olur ??


Aşağıya kronolojik bir sırayla yazacaklarım normal süregiden hayatımdan ziyade iç dünyamın kelimeleri. Yoksa ben yine bütün hayatımın odağına oturttuğum Kızımla eksiksiz ve mükemmel bir yıl yaşadım. Ama onunla ilgili detayları 1.Oda da yazacağımdan, burada sadece 7.oda kelimeleri olacak..


Ocak 2010: İtiraflarla geçen Ocak ayının sonuna doğru bana "sana ait her şey beni ya yıkıyor, ya yakıyor, gel!" diyor, ve çağrısını ikiletmeden kendimi yollarda buluyorum. Tam bir düşüş yaşıyorum bir düşün içine. Ayaklarımın yere kesinlikle basmadığı, şokun içinde ilerlediğim bir yolculukla Ocak ayının son günü kavuşuyoruz yıllar sonra birbirimize! Bir ayı birlikte bitirirken, yeni bir ayı birlikte karşılıyoruz..


Şubat 2010: Yeniden doğmuş gibiyim, geçmişimde kalan tüm sorular nihayet cevaplarına kavuşmuş, tüm taşlar yerlerine oturmuş ve tüm kavgam bitmiş bir halde başlıyorum yeniden hayata.. Şok devam ediyor. Geçmişe dair itiraflar bitiyor ve artık hayatımı sadece sevda sözleri kaplıyor.. Tüm anlarımı boşluk bırakmaksızın dolduruyor.. Hayal edemeyeceğim kadar güzel.. Palahniuk’un Güncesini okurken bunca sarhoşluk içinde yazmaya karar veriyorum. Ve kitabıma başlıyorum.


Mart 2010: En büyük hayallerimden biri olan Rammstein’ın Türkiyeye geleceği haberinin tarifi imkansız mutluluğuna, konsere onunla birlikte gidecek olmamın şoku ekleniyor. Herşey rüya gibi. Rüyalar bile bu kadar güzel olmaz ki ! "eksikliğinin telafisi yok, sensiz yaşamam!" diyor sonra .. ben hala bir düşün içinde..


Nisan 2010: Her haftasonum yolculukla geçiyor sanki. İlk haftasonu İstanbula kardeşime gidiyorum. Festival kapsamında Beyoğlunda ve sinemalarda geçiriyoruz tüm haftasonunu.. Bir diğer haftasonu ailece Erdek’e gidiyoruz. Müthiş huzurlu bir bahar havası hepimizin içinde. Ve Nisanın son günü yine nefessiz bir heyecanla Ona gidiyorum. Hayatımı güzelleştiren, ruhumu iyileştiren Ona.. Yine bir ayı birlikte bitirip, yeni bir ayı birlikte karşılıyoruz.


Mayıs 2010: Onunla geçen 3 gün ve paylaşılan onca şeyin güzelliği sarhoş ediyor.. Kardeşimin ilk filmi vizyona giriyor ve hatta ben de filmi sinemada elele Onunla birlikte izliyorum.. Mayıs ayının bana yaşattığı bunca güzellik yetmiyormuş gibi Çocuk’tan gelen bir paketten hayatımın en güzel armağanı çıkıyor: Yedinci Oda... Evet evet ben artık kesinlikle mutluluk sarhoşuyum. Ağzım kesinlikle kapanamıyor.


Haziran 2010: Bütün bir ay kaos ve korkuyla geçiyor.. Ama her şeye rağmen, her riski göze alıp buluşuyor ve Rammstein ın karşısında birlikte sarhoş oluyor, birlikte böğürüyor, birlikte büyüleniyoruz.. İkimizin de en büyük hayallerinden biri gerçek oluyor.. Sonisphere Festivali ve benim enlerimin yaşandığı gece.. 2010 un en mutlu olduğum anlarından biri: Bütün stadyum susmuş.. Gecenin zifiri karanlığı.. Karşımda en sevdiğim ses Fruhling In Paris i söylüyor, yanımda en sevdiğim adam bana sarılmış, kulağıma beni çok sevdiğini fısıldıyor.. Ve 2010 un en mutsuz olduğum anı, canımın en acıdığı, içimin söküldüğü, hani fırtınalı bir yağmurun yağdığı an.. Zorunlu Veda.. Sarsıcı bir Kopuş..
Sonraki günlerde Onsuz devam ettiğim ve büyük devleri izlediğim konserlerle kuyuya düşmekten kurtuluyorum.


Temmuz 2010: Haziran ayı öyle sıkıntılı geçmiş ki, bu ay rahat nefes alıyorum.. Yıllar sonra bu en büyük hikayeme nokta koymuş olmanın huzuru mu, yoksa güçlü bünyemin yeniden o kuyuya düşmemem için bana oynadığı bir oyun mu bilmiyorum ama bu ay sakinliğin, dinginliğin ve huzurun ayı oluyor.. Erdekte kendi evimize taşınıyoruz ve o muhteşem balkonun huzuru ile yolculuklarım sayesinde normal hayatıma geri dönüyorum.. Mel’e günlük şeklinde mektup yazmaya başlıyorum. Bir zaman öldüğümde bu mektuplaşmamız sayesinde bile ünlü olabiliriz :)


Ağustos 2010: Artık hayatımda onun hiç olmayacağını kabulleniyorum biraz daha. Acı içime işlemiş kalıyor orada. Bana eksikliğinin telafisi yok diyordu ama onun eksikliğinin de asla telafi edilemeyeceğini anlıyor ve sessizce kabulleniyorum. Onu daima özleyeceğim.. Mel sayesinde kendimi sanatın daima içinde tutabiliyorum. Farkında değil ama bana büyük bir destek sağlıyor.


Eylül 2010: Mayıs ayında hayatımın en güzel armağanını veren Çocuk Eylül ayında da hayatımın en eğlenceli, en çok güldüğüm tatilini yaşatıyor bana.. İnsan gülmekten yorulur mu? Yoruluyorum. Yüz kaslarım ve karın kaslarım iflas ediyor. Asu ve Çocuk sayesinde günlerce nefessiz gülüyorum. Çokça fotoğraf da eşlik ediyor Kaz Dağlarının o eşsiz güzelliğine..


Ekim 2010: Kardeşim Altın Portakala jüri seçiliyor, hatta televizyona çıkıp ödül veriyor, onu orada izlemek muhteşem bir gurur. Ardından benim iki fotoğrafım Fotoğraf Günleri kapsamında sergileniyor. Ve onun da ardından Hüseyinin deyimiyle BURFOT’un Aykırı Fotoğrafçısı olarak ilk kişisel gösterim gerçekleştiriliyor. Heyecan, mutluluk, coşku ve gurur ayı gibi ekim..


Kasım 2010: Bir kadının daha çok para elde etmek uğruna, beni hiç ilgilendirmeyen bir savaşın ortasına beni de çekmesiyle birlikte birden ateş topu haline geliyorum.. Hayretle, şaşkınlıkla izliyor, eski sıkıntılı günlerimi hatırlıyorum. Kalitesiz insanlardan uzak durmaya çalıştıkça, sanki onlar gelip yakalıyor beni. Kendi kalitesiz ağızlarını, benim burnumla dudak aramdaki mesafeye bulaştırıyorlar. Ama bu olaydan bile beni daha güçlendirecek bir şey çıkarıyorum. Eski bazı olaylara artık dışarıdan bakabildiğimde aslında tam olarak kapatmadığım bir defter kaldığını görüp, kapatıyorum. Bütün arkadaşlarım yanımda ve ben hepsini seviyorum. Ömürün kelimeleri yeniden hayatıma giriyor, güç veriyor, içimdeki yazma aşkını tetikliyor farkında olmadan, ona da minnet duyuyorum.


Aralık 2010: İş yoğunluğunun hakim olduğu bir ay aralık.. 2010 un tüm yaşananlarının ve tükenenlerinin yorgunluğa dönüştüğü ay.. Silkeleniyorum.. Yeni bir yıla, yeni bir hayata hazırlanıyorum.. Üzerimdeki ağır yaşanmışlık kokan bütün ölü topraklarından kurtuldum çünkü.. Bir gece, bir deniz kenarı, bir iyi insan ve suyun sesini dinlemek bile toprağın altından yeni çıkmış bana umut aşılıyor. Ben hayatı hep sevdim zaten.. Ve hayat hep benim içimdeydi.


Evet en kısa şekilde özetleyebildiğim hali bu 2010 yılının..
Çok fazla yaşanmışlık ve çok fazla en var gördüğünüz gibi..
Ama en ilginci ne derseniz. Acısız mutluluk olmaz derlerdi de bu kadarını düşünemezdim.. Bir insan bundan daha büyük bir mutluluk olamaz dediği aynı anda acıdan da kıvranabilir mi?? Evet. Hayat bana 2010 yılında bunu öğretti. Gerçekten de mutluluk ve acı duygularının en uç hallerini aynı anda aynı kişiyle yaşayabiliyormuşsunuz.
Neredeyse yıllardır hayalini kurduğum her şeye fazlasıyla ulaştım bu yıl. Ona kavuşmaktan tutun da Rammstein ı canlı dinlemeye kadar, elimde Yedinci Oda adıyla bir kitap tutmaktan tutun da kişisel fotoğraf gösterime kadar..
Yılın sözü olarak Out Of Africadan bir sözü seçiyorum: Tanrı bir insana ceza vermek isteyince, dualarını yerine getirir. Benim bütün dualarım fazlasıyla gerçekleşirken bu yıl, hepsinin içine sağlam acılar yerleştirilmişti.


2011 de gerçekten bir duam yok artık..
Sevdiğim herkesin sağlıklı olması gibi genel bir istek dışında bir tek dileğim bile yok.
Sadece şunu söylüyorum: 2011 bana her ne yaşatacaksan, buyur bekliyorum.
Çünkü 2010 yılı bana geçmişte açık kalmış bütünnn defterlerimi kapatma şansı verdi. Ve ben de eskiye dair ne varsa bitirdim.


2010 un en güzel şeylerinden biri arkadaşlıktı, dostluktu. Çok sağlam arkadaşlarım olduğunu gösterdi bana bu yıl. Daima yanımda olacak, ne zaman yorulsam bana tutunmam için kolunu uzatacak, ne zaman acıksam bana yemeğini verecek dostlarım. İnsan her zaman yanında oldukları için bazen farkedemiyor dostlarının değerini. Ben bu yıl çok sağlam hissettim yanımdakileri. Onlar kendilerini biliyorlar. Sizi Seviyorum.


Yazım için seçtiğim fotoğrafım, Eylül ayındaki en eğlenceli tatilimden gülmelerin arasında Çocuk un yakaladığı bir enstantene.. Yılımı eğlenceli bir fotoğrafla kapatmak istiyorum.


Ve yazım için seçtiğim şarkı, Metallica konserinde en en en eğlendiğim, bağıra bağıra eşlik ettiğim, sonrasında da tüm yaz kulaklarımdan hiç eksik etmediğim, bütün yaz yürüyüşlerimde vücudumun ritmine karışan şarkı.. Müzik ve ses beni sürüklerken şarkının sözleri mi?? Öyle bir sözler varmış ki, İki yarımın yıllar sonra birbirini bulup kavuşması ve ardından yine tehditlerle mecburen sarsıcı bir kopuş yaşamasının üstüne benim ağzımdan dökülmüşçesine örtülü kelimeler..


ACI AMA GERÇEK

Hey, Ben senin hayatınım
Ben seni buraya getirenim
Hey, Ben senin hayatınım
Ben umursayanım

Onlar ihanet ederler
Ben senin tek gerçek arkadaşınım
Onlar ihanet edecekler
Ben sonsuza dek oradayım

Ben senin rüyanım, seni gerçek yapan
Senin gözlerinim çalman gerektiğinde
Senin acınım hissedemediğinde
Üzücü, ama gerçek
Senin rüyanım, zihni sapmış
Gözlerinim, sen uzaktayken
Acınım sen tekrar öderken
Biliyorsun, üzücü ama gerçek


Sen!
Maskemsin, Örtümsün, Barınağım
Sen!
Maskemsin, Sen suçlanmıs olansın


Yap, İşimi yap, Kirli işimi yap, günah keçisi
Yap, Benim işimi yap, Çünkü sen rezil edilmiş olansın

Ben senin rüyanım, seni gerçek yapan
Senin gözlerinim çalman gerektiğinde
Senin acınım hissedemediğinde
Üzücü, ama gerçek
Senin rüyanım, zihni sapmış
Gözlerinim, sen uzaktayken
Acınım sen tekrar öderken
Biliyorsun, üzücü ama gerçek

Senin nefretinim
Sevmek istediğinde nefretinim
Öde, Faturayı öde
Öde, çünkü hiç birşey adaletli değil
Hey!
Senin hayatınım, Seni buraya getirmiş olanım
Hey!
Senin hayatınım, Ve artık umursamayan
Ben senin rüyanım, seni gerçek yapan
Senin gözlerinim çalman gerektiğinde
Senin acınım hissedemediğinde
Üzücü, ama gerçek
Ben senin hakikatinim, yalan söyleyen
Senin sebebinim, bahanen
İçindeyim, gözlerini aç
Ben, senim
Üzücü, ama gerçek

20 Aralık 2010

.

FIREWATER - ELECTRIC CITY


Akciğer kanseri olmuş, ölümü çoktan kabullenmiş, tümör kesilip çıkarıldıktan, insanın takatini tüketen ışın tedavisi ve kemoterapi azabına katlandıktan sonra, günlerce baş dönmesi ve bulantıyla kıvrandıktan, saçını kaybettikten, özlemlerini kaybettikten, işini kaybettikten, karısını kaybettikten sonra, yaşamını nasıl sürdürebileceğini hayal bile edemediği dönemlerinde, kendine ölmek için sakin bir yer arıyor 59 yaşındaki Nathan. Ve yaralı bir köpeğin sürüklene sürüklene yuvasına gidişi gibi, içgüdüsel bir yönlenmeyle doğduğu ve 3 yaşındayken anne babasıyla birlikte ayrıldığı Brooklyn’e taşınıyor. Yani bilinçaltı bir şekilde yaşam öyküsünün başladığı yere geri dönüyor.


Düşünmesi bile ürkütücü olan bu durumda insan gerçekten ne yapar bilemiyorum. Akciğer kanseri oluyorsun. Ve sonunda kesin iyileşme garantisi olmayan o hırpalayıcı tedavi sürecinde bir yandan ölümü kabullenme duygusuyla boğuşurken bir yandan da emekli oluyor yani 30 yılını verdiğin artık hayat tarzın olan işini bırakıyorsun ve bunlar da yetmiyormuş gibi bir yandan da boşanıyorsun.. Korkunç ve insanı ezen büyük bir boşluk gibi aslında.. Hayatın bitişi gibi.. 60 yıl boyunca sahip olduğun her şeyin bir anda avuçlarının arasından kayması gibi..

“Aile hayatının kapalı kapılarının ardında ne tür tehlikelerin yattığını herkes bilir. Bu, bütün evliler için bir zehir olabilir; hele hele evliliğin size göre bir şey olmadığını keşfettiğiniz zaman durumunuz daha da beterdir. 33 yıl aynı çatı altında yaşadıktan sonra farklı yönlere yürüdüğümüz anda elde kalan neredeyse bir hiçti.”
Bu kitabın daha ilk sayfalarından bir alıntı. Boşanmış hangi insan bu cümlenin altına imzasını atmaz ki.. Yıl sayısı değişse de o son cümle ne yazık ki hiç değişmiyor. Koca bir HİÇlikle çıkıyorsunuz hayata.




Brooklyn Çılgınlıkları benim okuduğum ilk Paul Auster kitabı. Auster, hakkında pek çok güzel şey duyduğum ama nedeni olmaksızın hiç yaklaşmadığım bir yazardı. Onun sıkı bir hayranı olan arkadaşımdan bu yazar üzerine uzun söylemler dinledikten sonra karar verip aldım bu kitabı. İyi ki almışım.. Eğer kaliteli bir roman okumak istiyorsanız hiç düşünmeyin derim. Evet Auster ın dili sade ve dolu, cümleleri akıcı, anlatımı doyurucu. Hikâyeden kopmadığınız gibi sakin sakin ilerliyorsunuz olayların örgüsünde. Öyle sizi vurup geçen, sarsan, dağıtan cümleler yok. Tüm ifadeler orta halli. Ama fazlasıyla kaliteli. Kitap bittiğinde ağzınızda mükemmel bir tat bırakıyor.



Yukarıda anlattığım, insanı ezen o büyük boşluğa kilitlenmiyor roman. Nathan’ın Brooklyn’e taşınmasının ardından, orada kendine yeniden bir hayat kurmasını ve yazmaya başlamasını anlatıyor. Siz de kitabı okurken aslında Nathan’ın hikayesinden çok Brooklyn’de tanıştığı bütün insanları ve onların hikayelerini okuyorsunuz. Roman Nathan’ın dilinden yazılmış, yani her şeyi anlatan O, ama ana karakter beklenilenin aksine Nathan değil de senelerce sonra tesadüfen bulduğu yeğeni Tom oluyor.. Öyle farklı kişilikler giriyor ki romana, dolandırıcı ama iyi kalpli bir eşcinselden tutun da, karısını sürekli döven kıskanç bir kocaya, amaçlarını ve hayallerini yitirmiş insanlardan tutun da, kendini dine adamış körü körüne bir inançla tarikatlara girmiş insanlara kadar.. Bir sürü yaşam, bir sürü iç dünya, bir sürü insanın hikayesi, aşk, sevgi, ölüm, başarısızlık, umut, yenilgi, gibi tüm temaları sağlam bir şekilde kaynaştırmış bir roman Brooklyn Çılgınlıkları. Büyük bir heyecan ve coşkuyla değil sakin sakin okunan bir roman.. Ve ilginç olan hüzünlü pek çok hikaye barındırmasına rağmen içinde, okurken sizi bir hüzün yorganına sarmıyor. Tüm hüzünlere rağmen umut etmek gibi bir şey sanki..


Ben yine pek çok yerin altını çizdim.. Şimdi birbirinden bağımsız beğendiğim birkaç alıntıyı da yazayım istiyorum:

“Ben de üniversitedeyken, onun gibi İngiliz dilinde üst lisans yapmıştım ve edebiyat araştırmalarımı sürdürmek ya da gazeteciliğe atlamak gibi özlemlerim vardı. Ama ikisini de yapacak cesaretim yoktu. Yaşam koşulları yolumu kesti –iki yıl askerlik, iş, evlilik, aile sorumluluğu, daha çok kazanmak ihtiyacı gibi, kendi istediğimizi yapacak kadar taşaklı olmadığımız zaman bulduğumuz tüm mazeretler önümü tıkadı- ama kitaplara düşkünlüğümü hiç yitirmedim. Okumak, benim için kaçış, huzur, avuntu ve bir seçim yapma coşkusuydu: salt okumanın verdiği hazzı, keyfi tatmak adına, bir yazarın sözcükleri kafanızın içinde yankılanırken sizi kuşatan o güzelim dinginliği duymak için okumak.”
Kendine mazeretler bularak istediği hayatı kuramayan ve yine okuma tutkusu içinde alev alev yanan herkesin altına imza atacağı bir anlatım değil mi bu paragraf da?


Okuma tutkusundan düzenbazlık üzerine ilginç bir anlatımın alıntısına geçiyorum:
“Düzenbaz her zaman düzenbazdır. İnsanlar hiç değişmez. Aldatma tutkusu evrenseldir. İnsan bir kez bunun tadına vardı mı, bir daha iflah olmaz. Dünyayı dolandırıcılarla sahtekarlar düzenbazlar yönetiyor. Neden biliyor musun? Çünkü onlar bizden daha aç. Çünkü onlar ne istediklerini biliyorlar. Çünkü onlar yaşama bizden daha çok inanıyorlar. Sen yaşamı seviyorsun, ama ona inanmıyorsun. Ben de inanmıyorum.”
Yaşamı sevmek.. yaşama inanmak.. daha önce hiç bu iki kavramın farkı üzerine düşünmemiştim.. Ben de yaşamı seviyorum.. ama düşündüğüm zaman evet yaşama inanmıyorum. Bu yüzden mi hırslarım yok mesela??


“Birinden özür dilemek çok karmaşık iştir; burnundan kıl aldırmamakla gözü yaşlı pişmanlık arasında çok hassas bir dengeyi tutturmak gerekir ve karşındaki insana yüreğini gerçekten açmadığın sürece her özür boş ve yapay görünür.
Evet evet işte bu.. Bir özrü gerçek bir özür yapan şey yüreğini gerçekten açıp açmaması dileyen kişinin.. Oysa etraf kuru özürlerden, geçici gönül almalardan geçilmiyor.. Ve devamında da hatalar yineleniyor..


“Benim kadar uzun yaşadığınız zaman, duyulacak her şeyi duymuş olduğunuzu, artık sizi şaşırtacak hiçbir şey kalmadığını düşünürsünüz. Dünya hakkından sözümona derin bilginizden pek hoşnut olduğunuz sırada, içine gömüldüğünüz bu üstünlük kozanızı delip, yaşamla ilgili en temel şeyi anlamadığınızı size hatırlatan bir olay çıkıverir karşınıza.”
Valla ben henüz 60lı yaşlarıma gelmedim ama uzun zamandır ben de bu dünyada artık beni şaşırtacak bir şeyin olamayacağını düşünüyorum. Küçük şaşkınlıklar falan değil elbette bahsettiğim şey ama, hani öyle büyük şoklar yaşadım ki, artık gördüğüm duyduğum yaşadığım tanık olduğum hiçbir şey beni derinden şaşırtmıyor.. Siz?? Sahi siz en son ne zaman böyle derin bir şaşkınlık yaşadınız??


Romanda bir de farklı karakteriyle Aurora var.. Tom’un kız kardeşi.. Bir kız çocuğu annesi.
Nathan’ın onu anlattığı birkaç cümle de alıntılamak istiyorum:
“Aurora, çok güzel bir genç kadındı. Gençliğini ve dünyayı takmayan tavrını vurgulayan yarı punk, yarı baştan çıkarıcı bir kadın görünümündeydi. Tabiî ki herkes güzel olmak ister; ama kadının güzelliği hele hele Aurora gibi liseden terk, kocasız, bakıma muhtaç 3 yaşında bir çocuk annesi, asi, burnunu her şeye sokmaya ve karşısına çıkan her riske balıklama dalmaya hevesli genç bir kadının güzelliği kimi zaman başa bela olur. Aurora iyi bir insandır. Onu tanıyan herkes de bilir. İçinde en ufak bir kötülük yoktur. Belki kendini pek kontrol edemez, kafasının dikine gider; ama masumdur, saftır, dünyanın en namuslu insanıdır. Başına gelen o kötü olaydan dersini almış, hırpalanmış ve hala etkisinden kurtulamamıştı; tek istediği gücünü toplayabileceği olaysız, sakin bir yaşam sürmekti. Tom onun kabuslar gördüğünü, ağlama krizlerine yakalandığını, hiç konuşmadan uzun uzun düşüncelere daldığını anlattı.”


Evet sanırım bunca alıntı Auster’ın dili hakkında epey done vermiştir size.. Dediğim gibi sakin, yormayan, bıktırmayan, naif bir anlatımı var. Çeviri de kusursuzdu bu arada.
Romanın ana fikri ne derseniz.. Hiç düşünmeden şu cümleyi söyleyebilirim:
“Hiçbir zaman sıfırdan başlanamayacak kadar geç değildir.”!!



Ve altını kalın kalın çizdiğim, kendime artık aynen bu şekilde tekrar ettiğim bir alıntıyla son veriyorum yazıma:“Tom için, her şey aşk oyunlarına yeniden dönecek cesareti bulmasına bağlıydı. Yoksa, iki metreye dört metrelik özel cehenneminin karanlığında uyuşukluğunu sürdürür, yıllar geçtikçe de giderek buruklaşır ve yavaş yavaş hiç olmak istemediği birine dönüşürdü.
Sanırım dönüşümü bir yerde kırmalı değil mi artık…


6 Aralık 2010

Şehir ve İnsan



PIANO MAGIC - YOU NEVER LOVED THIS CITY

"Şehir hayatı tarlası, uzun bir yalnızlıklar bostanıydı" diyor şu an okurken metaforları yüzünden kendimden geçtiğim o harika kitapta..
Şehir hayatı tarlası, uzun bir yalnızlıklar bostanı..
Aklıma tam da bunu anlatmaya çalıştığım fotoğrafım geliyor..
Ve fotoğrafım ile anlatmaya çalıştığım benim kelimelerim:


Yalnız, gitgide silikleşen, gitgide kaybolan insanlar oluyorduk hepimiz şehirlerde..
Neye tutunacağımızı bilemez halde sarılıyorduk karşımıza çıkan insanlara, nesnelere..
Bir süre bizi oyalasa da bu sarılışlar, sonra şehir yine kazanıyordu, yine eziyordu, yine siliyordu bizi, yine kayboluyorduk..
Hayat zordu..
Şehirde daha da zordu..
Durmadan sorumluluklar yüklüyordu hayat bize.. Şehir durmadan ağırlaştırıyordu üzerimizdeki yükleri..
Herkes kendi kabuğuna çekiliyor, kimse kimseyle gerçekten ilgilenmiyordu..
Öte yanda yere düşmüş, hayatın ezdiği birine acıyarak bakıyorduk, ama gerçekten içimiz acımıyordu, olsa olsa biz o hale henüz düşmediğimiz için şükrediyorduk.. Şehre henüz bizi o kadar düşüremediği için minnet duyuyorduk..
Yalnızdık hepimiz aslında..
Yalnızlık sorun değildi de.. O kayboluş, o yitiş koyuyordu insana..
Ellerimiz ceplerimizde yürüyüp gidiyorduk..
Her defasında daha da ağırlaşan adımlarımızla..


19. Bursa Fotoğraf Günleri kapsamında; BURFOT 20-31 Ekim 2010 tarihleri arasında Atatürk Kültür Merkezindeki sergisinde "Şehir ve İnsan" temasının işlemişti fotoğraflar ile..
Benim de 2 fotoğrafım sergilenme fırsatını bulmuştu.
İnsanın şehirde yitikleşmesini anlattığım fotoğrafım bunlardan biriydi.
Hatta bu fotoğraf tanıtım katalogunda da kullanılmıştı.



11 gün süren bu sergi sonrasında ise fotoğrafım, BURFOT - Bursa Fotoğraf İmece Topluluğu'nun "Griye Veda Renklere Merhaba" adıyla devam eden projesi kapsamında 15. etap sergisi için 4 Kasım 2010 tarihinde Bursa Çınar Lisesi'ne devroldu.
Evet lise öğrencileri için pek iç açıcı bir fotoğraf olmasa da.. İçinde kayboluşu hissetmeye başlayan herkese çok kelime söylediğine eminim fotoğrafımın..