30 Eylül 2010

.


Therion - The Rise Of Sodom And Gomorrah


Ben müzik konusunda saplantılı bir aşık gibiyimdir çoğu zaman..
Beni vuran şarkılar olur..
Beni kopartan.. uçuran.. yerin dibine sokan.. uçurumun dibine sürükleyen.. karanlığa gömen.. güneşe çıkartan.. yakan.. üşüten.. ıslatan.. coşturan..
Nefesimi kesen..


Ben hiç bir şarkıda bir insanı hatırlamam.. Ama her şarkıda bir yere giderim.. Asla anılarla bağlantılı değil bilakis sadece ve sadece notaların ve sesin beni götürdüğü yerler olur buralar..
Anılarım şarkılardan güçlü olamadı genelde.. bikaç anım hariç !!
Türkçe şarkı pek dinleyemem.. Dinlersem bir yere gidemem..
Çünkü kelimeler benim hayatım.. Ben kelimelere tutkun bir kadınım.. Kelimelerle oynamayı severim.. Oynayabileni de severim.. Bu kadar kelimelerle içiçeyken eğer ki anlamına kilitlenirsem bir şarkının, sesi ve müziği gerçekten tam olarak hissedemem, asla ve asla kendimi sadece müziğe ve sese bırakamam.. Hep anlam ön planda kalır ve bastırır, kelimeler kazanır. Hal böyle olunca da şarkı; güzel melodili bir şiire dönüşür..
Anlamlı sözleri şiirlere romanlara bırakıp, müzikte mümkün olduğunca kelimelerden uzak durmaya çalışırım, kaçarım anlamdan..
Eğer anlamını anlayamıyorsam sözlerin, o zaman kendimi tamamen notalara ve sese bırakabilirim.. İşte müzik bu.. İşte müzik benim içimde o zaman..
Odak çok önemli..
Müzik dinlemekse eğer derdim ses ve notalar olmalı sadece.. Bu yüzden genelde anlamına odaklanmayacağım yabancı dildeki şarkılarda sürüklenir savrulurum.. Duymam o zaman ne diyor kelimeler.. Kendim uydururum ne dediğini..
Asla ilk önce klip izlemem.. Çünkü şarkının kafamda yarattığı görüntüleri etkilememeli hiçbir şey..
Ben önce gözlerimi kapatıp dinlerim şarkıyı birkaç kere.. Sonra giderim gideceğim yere :)

Çoğu zaman bir uçurumdur gittiğim yer.. Aşağısı denizdir.. Rüzgar hep vardır....
Bazense yemyeşil bir alanda yatarım çimlerin üzerine.. Bulutlu (bulutsuz gökyüzünü hiç sevmem) gökyüzünü seyrederim..
Bazen suyun dibine iner nefesimi tutarım..
Bazen bir şarkıda yağmur altında yürürüm..
Bazen yatağımı özlerim bir şarkıda.. Yorganımın içinde büzülürüm..
Bazı şarkıda uzun yoldayımdır..
Bir şarkıda rüzgarlı bir tepedeyken, bir şarkıda kesif bir küf kokusu kaplı bodrum katına inerim..
Bazı şarkı hüznün dibine gönderirken beni, bazı şarkı ise libidoyu bir anda tetikler içimde..
Bazı şarkı ısırma isteği, bazı şarkı uyuma isteği, bazı şarkı bir sarılış özlemi....


Serd sesleri seviyorum ben daha çok..
Erkek sesi ise; serd sesler vurur beni.. Kadın sesi ise; iyi çığlık atabilmeli..
Hele ikisi aynı şarkıda varsa of of of !!!!
Hem böğürtü hem çığlık !!!!!!!! İşte o zaman ölürüm mutluluktan..
En moralimin bozuk olduğu anda kulağıma gelsin böyle sevdiğim bir böğürtü anında değişebilirim..
En coşkulu anımda kulağıma gelsin acıklı bir keman sesi .. anında değişebilirim..

En sevdiğin müzik türü hangisi sorusuna, "her tür dinlerim, güzel olan her şarkıyı dinlerim" gibi cevaplar veren birinin müzik tutkunu olduğuna hiç kimse inandıramaz beni..
Mutlaka pek çok türü seviyorsundur ama eğer tutkunsan mutlaka EN SEVDİĞİN vardır..
Tutkunsan, deli gibi seversin, ve sürüklenirsin..
Nefesini kesen budur..


Müzik benim için gerçekten çok güçlü bir şey hayatımda..
Pek çok şeyde de belirleyicidir..
Sanırım kızımdan sonra vazgeçemeyeceğim şey müzik benim..
Herşeyden vazgeçebilirim ama müzik .. çok zor..
Ben hala sabah servisi beklerken, serviste işe giderken, aynı şekilde akşam dönüş yolunda -ki yolum yarım saat. falan sürüyor- kulağımda müzikle yolculuk eden bir kadınım.. 15 dakika bile müziksiz yolculuk edemezken ben, varın gerisini siz düşünün.. uzun bir yolu mesela :)
Ya da yürüyüşlerim.. Yürüyüşlerimi bile en güzel yapan şey müziktir..
İşte de devamlı açıktır müziğim, evde de ödev zamanı dışında ve film izleme dışında açıktır..
Rammstein en büyük tutkum müzikte de seste de.. O sese ve müziğe olan tutkum asla ama asla bitmeyecek.. Tekrar detaylı anlatmayayım ama okumak isteyen olursa işte: Rammstein Tutkum..
 
Müzikleri keşfetme yollarım türlü türlüdür:

1. Kardeşime danışırım. Müthiş bir kaynaktır kendisi.
2. Bir yerde duyarım ve peşinden giderim müziğin, ne olduğunu öğrenmek için.. Misal: Oi Va Voi grubunu yıllar önce yağmurlu bir akşamüstünde Bahriyede yürürken duymuştum.. Peşinden gide gide bir mağazaya ulaşıp öğrenmiştim çalan grubu.. Misal: Sneaker Pimps grubunu Gren kafede otururken duymuştum ilk kez ve direkt vurulmuştum Bloodsport şarkısına..
3. Arkadaşlar sürekli şarkı yollarlar.. Mail yoluyla veya Cd ye çekip kargoyla.. Ben ne zaman canım isterse ara ara dinler ve sevgi sıralamamda bir yerlere yerleştiririm.
4. LastFm.. En büyük şarkı ve grup keşfetme kaynağım burası..
5. Nette okuduğum sitelerden karşıma çıkan merak uyandıran şarkıları indirip dinlerim..
6. Film izlerim.. Yani sağlam bir soundtrack hastalığım da var ki, zaman zaman kriz şeklinde nükseder :)

Ve bazen..
Bir şarkı beni ilk dinleyişte öyle bir esir alır ki.. öyle bir esir alır ki..
Uzun zaman o şarkının esaretinden kurtulamam..
Hayatım durur ve sadece o şarkı doldurur herşeyi..
İşi gücü bile arka plana attırır kuvvetliyse..
Nefesim kesilir..
Ama sahiden kesilir..
Kalbim sıkışır..
Kanmam..
Doyamam..

Geçtiğimiz hafta birkaç gün arayla iki şarkı vurunca beni iptal oldum resmen..
Genelde senede bir iki şarkı mahvederken beni.. Şimdi birkaç gün arayla canıma okudu şarkılar..
Öyle ki, çok yoğun bir tutkulu aşk ilişkisinden çıkmış gibi yoruldum bu iki şarkıyla geçen bir haftadan sonra..
Gerçekten yoruldum..

Esir düştüğüm bu şarkılardan bir tanesinden şimdi bahsedemeyeceğim, çünkü fazlasıyla serd bir ses, yoğun ve nefes kesen bir böğürtü ve sönmesi imkansız bir kıpırtı hakim..
Şimdi diğer şarkıdan bahsetmek istiyorum.. The Rise Of Sodom And Gomorrah.. Siz de yukarıda verdiğim linkten indirip dinleyebilirsiniz..
Öyle görkemli bir şarkı ki..
Öyle inişli çıkışlı ki..
İhtişamına esir düşmemek imkansız..
Şarkının 2.dakikasında başlayan yaylılar insanı öyle yükseltiyor yükseltiyor yükseltiyor ki 4. dakikasında başlayan en ince çığlıkla uçuyorsun resmen..
İyi ki arada keman var ki yumuşak bir şekilde indiriyor seni..
Sonra yine başlıyor yaylılar.. Yükseliyorsun.. Yükseliyorsun.. Nefesin kesiliyor.. İçin kanmıyor..

Gözlerimi kapatıyorum.. Ve gözlerimin ardında belirmeye başlıyor keskin ve siyah görüntüler:
Dolunay vakti..
Ay dünyaya yakın..
Işığı keskin..
Karanlık bir oda..
Odanın uzun bir duvarı var dışarıya bakan..
Ama duvar değil boydan boya pencere yere kadar..
Ve upuzun ince beyaz tüller..
Tüller yerden de uzun..
Rüzgar var..
Rüzgar estikçe tüller havalanıyor çokça..
Dalga dalga..
Pencereye paralel bir yatak..
Yumuşak çokça saten çarşaflarla kaplı..
Yatağa hemen paralel öbür duvar..
Düz renk..
Yataktaki tüm gölgeler duvarda..
Rüzgar sert esip tüller çok havalandıkça kadının gölgesi daha keskin belirgin oluyor duvarda..
Kadın kendini geriye atıyor, en çok tekrar eden görüntü bu..
Hani köprü kurar gibi gergin..
İşte bu şarkının beni götürdüğü görüntüler dinlediğimden beri.
Bir arkadaşımın dediği gibi ben bahçenin karanlık yerlerini seviyorum..
.
.

23 Eylül 2010

.
Bu yazı The Ghost Writer filmi hakkında detay bilgi içerir.
Fragman
.


BESEECH - GHOSTSTORY


Tanınmış insanların otobiyografilerini, onların yerine yazan ama kitapta adı geçmeyen yazarlara "ghost writer" (hayalet yazar-gölge yazar) denir.

Roman Polanski’nin yasaklı olduğu ülkeler ABD ve İngiltereye pek çok giydirme yaptığı ve İsviçrede ev hapsindeyken çektiği The Ghost Writer , Robert Harris'in The Ghost isimli romanından uyarlama.

Hitchcock havasında, sade, karanlık, gizemli bir atmosferde ve bu atmosfere uygun müziklerle donatılmış olan film; aksiyonu düşük ve telaşsız ama her an tedirgin edici bir havayla ilerliyor, olay örgüsü çabuk çözülüyor, izleyiciyi yanıltma oyunları kullanılmıyor. Karanlık ve gizemli havaya, İngilterenin o meşhur her zaman gri olan gökyüzünün ve loş otellerin katkısını da yadsımamak lazım.


Eski İngiltere başbakanı Adam Lang… Tarihte kendine kalıcı bir yer edinmek için hayatının ve anılarının kitaplaştırılmasını istiyor. Kitabın ilk taslağını yazan yardımcısı, henüz cinayet mi intihar mı olduğu belli olmayan bir şekilde ölünce, kitabı bitirecek bir gölge yazar aranıyor.

Daha önce bir sihirbazın hayat hikayesini yazan başrol kahramanımız Ewan McGregor politikayla ilgilenmediği için pek de gönüllü olmadığı bu işi, yüksek bir ücret karşılığı kabul ediyor.. Kitabı bitirmek içinse önünde sadece 1 ayı mevcut.
Tam bu sırada da eski başkanın hakkında; Pakistan'daki şüpheli dört El-Kaide teröristini yakalamak ve sonra da CIA'in soruşturmasına teslim etmek için İngiliz özel kuvvetlerin yasadışı kullanımına yetki verdiği iddiasıyla suçlamalar vardır. Bu 4 El-Kaide teröristi İngiliz vatandaşı olup beş sene önce Pakistan'ın şehri Peshawar'da yakalanmışlardır. Dördü de iddiaya göre yurtdışındaki gizli bir yere gönderilip ve işkence edilmiş ve Bay Ashraf'ın sorgulama sırasında öldürülmüştür.

Böye bir ortamda bizim Gölge Yazar da Başkanla röportaj yapmaya başlar. Politikaya nasıl atıldığını sorunca bunun sebebinin aşk olduğunu öğrenir.

“23 yaşında falandım, hatırladığım kadarıyla Pazar öğleden sonrasıydı, yağmur yağıyordu. Hâlâ yataktaydım. Biri kapıya vurmaya başladı. Bir önceki gece dışarıdaydım ve bir şeyler içmiştim.. Ben de yastığı aldım, başımın üstüne koydum ve tekrardan başladı. Tak, tak, tak, tak! Kalktım, küfrediyordum, kapıya gittim ve bir kız gördüm. Sırılsıklamdı ama heyecanla yerel seçimlerle ilgili konuşmaya başladı. Aşık oldum. Onu tekrardan görmenin tek yolu, partiye katılmaktan ve broşür dağıtmaktan geçiyordu.”





Politikayla ilgilenmeyen, göz önüne çıkmayı sevmeyen, geride kalmayı tercih eden, naif Gölge Yazar, zaman ilerledikçe öyle şeyler öğrenir ki –mesela yukarıdaki politikaya atılma hikayesinin yalan olduğunu çünkü o kızla tanışmadan 2 yıl evvelinden parti üyesi olduğunu gösteren kartı bulur.- hiç istemediği halde yazarlığı araştırmacı gazeteciliğe bürünmeye başlar. Ve kendini kocaman bir oyunun ortasında bulur. Gerçekleri ancak filmin sonunda çözebilecektir elbetteki :) Kitap yazılıp basıldıktan sonra..


Filmden güzel birkaç replik almadan olmaz..
Kitabın ilk taslağını okuyan Gölge Yazar beğenmeyip ümitsizliğe düşünce, karşılığında aldığı yanıt çok güzeldi:
“Tüm kelimeler orada. Sadece sıralama yanlış.!”


Bir kadınla yaşadığı ilişkiyi anlatmaya çalışırken kurduğu cümle de çok güzeldi:“40.000 yıldır insan dili var ama ilişkimizi anlatan bir kelime yok. Kaderine terk edilmiş bir ilişki bizimkisi.”



Çok kutuplu dünyada iki kutuplu ilişkileri pek çok mesajla gözler önüne seren bu film güzel ve başarılı ama sanırım ben Polanski’den daha iyisini bekliyordum?!?

7 Eylül 2010



Israel Kamakawiwo'ole - Somewhere Over The Rainbow

Haziran ayında arka arkaya tam iki kez okudum bu kitabı..
Kısa Bir Yürüyüşe Çıkıyorum.. Öyle güzel bir kitap ki yeniden yeniden okuyasım geliyor.. Altlarını çokça çize çize, gülümseye gülümseye okudum..
Ne çok ben gibi..
Kısa bir yürüyüşe değil aslında uzun bir yürüyüşe çıkmış kitap..
Ve kitabı okuyorum ama sürekli yazan benim aslında :)
Fabio Volo adı olmasa kitabın kapağında ve aslında bir erkeğin çocukluğu gençliği deneyimleri düşünceleri anlatılıyor olmasa kesinlikle “ben yazmışım ama hatırlamıyorum ne zaman yazdığımı” diyecek kadar ben :)


Kısa Bir Yürüyüşe Çıkıyorum; 28 yaşında bir erkeğin hayata baktığı penceresini -yaşadıklarından da örnekler vererek- çok içten, fazlasıyla dürüst bir şekilde anlattığı koca bir mektup aslında.. Yaşgünü armağanı olmasını planladığı bir mektup.. Öyle samimi ve öyle doğal bir dili var ki.. Ama öyle dolu ki.. Çünkü hem etrafında olup bitenleri hem de toplumsal değişimleri şahane bir şekilde süzgecinden geçirip kendi perdelerinin, yaşadıklarıyla öyle güzel harmanlamış ki.. Oturup o pencerenin keyfini çıkarmak kalıyor geriye sadece..

Müthiş akıcı bir dili var.. Bu yüzden kitap zaten çok çok kısa bir sürede bitiyor.. Kitap bitmesine bitiyor da, ondan aldığınız keyif bitmiyor, bu yüzden benim gibi hemen hızlıca bir kez daha okuyorsunuz..
Öyle çok yerin altını çizdim ki yeşil kalemimle.. Şimdi bir bakıyorum da hangisini yazayım diye, inanın karar veremiyorum. İmkanım olsa da hepsini yazsam :) Hatta imkanım olsa da hepinize kitabı armağan edip hemen okumanızı sağlayabilsem :)


Ben yaz başı okudum bu kitabı ama yazın bitip sonbaharın usuldan kendini hissettirmeye başladığı şu günlerde de harika gideceğine eminim.. Hiç zaman kaybetmeden tadını çıkarın diyor ve kitabın değişik yerlerinden altı çizili cümlelerimden bir bütünleştirme sunuyorum..

“Dışarıda yağmur var. Oturup sana mektup yazmaya karar vermemin nedeni yağmurun yağması değil, yağmur zaten yağıyordu. Bugün doğum günün. 33 yaşında olacaksın tamı tamına. Böylece sana bir hediye gibi olacak bu mektup, belki bir hediye paketi değil ama bir zarf, senin için düşünülmüş bir şey.. Daha kalıcı bir şey. Paketleri açarken her zaman bir sürü sıkıntı olur. Hediyeyi açmaya gerçekten de hevesli olmadığının ya da “bu berbat şey benim ne işime yarayacak” düşüncesinin yüzünden anlaşılması korkusu.. Hani çok iyi tanımadığın biri sana bir fıkra anlatmaya başlar ve sen gerçekten seni çok güldüreceğini düşünürken tam ortasında bu fıkrayı daha önceden bildiğini fark edersin, bunu ona söylemenin hoş bir şey olmadığını düşünerek de hiçbir şey hissettirmemeye çalışırsın, işte bu da öyle bir şey… Ama aramızda sıkıntı çıkmayacak; bu sadece bir mektup çünkü.
Sana yazmaya karar verdim, çünkü garip bir dönem bu, adeta sessiz bir karmaşa dönemi. Kendimi hayat tarafından uyuşturulmuş hissediyorum, bir şeyler olmalı, hissediyorum, ama ne, bilmiyorum. Ya da sadece benim içimdeki değişim isteği böyle düşünmeme neden oluyor. 28 yaşındayım ama 20 yaşımdaki halimden daha az anlıyorum. Büyüdükçe her şeyin kolaylaşacağını sanıyordum, ama aksine her şeye devamlı baştan başlıyorum.
Hayatımın bu döneminde, kendimi mantarı yedikten sonra devden minicik kıza dönüşen Harikalar Diyarı’ndaki Alice gibi hissediyorum. Benimki bir yürüme değil, yara bere içinde dans eden bir kabile dansçısının dansı adeta.
Üstelik bazı günler kararımı birtakım oyunlara emanet ediyorum. Mesela; eğer asansör 5 saniye içinde gelirse ya da yürürken kaldırım çizgilerine basarsam veya cep telefonunu açar açmaz bir mesaj alırsam o zaman kararım “evet” olacak. Yok, eğer olmazsa o zaman da “hayır”. Kimi zaman da metroda, trende ya da otobüste birini gözüme kestirip, “Çabuk hemen dönüp bana bakın, şimdi ve hemen bakın.” diye tekrarlıyorum içimden. Eğer dönerse, evet.
Zaman zaman odayı yeniden düzenleme triplerine girdiğimde, bütün eşyaları dışarıya taşımam, sonra sıkılıp hiçbirine dokunmak istememem ve böylece kendimi öncekinden daha beter bir evin ortasında bulmam gibi hayatım.
Diskoteklerin kapısındakiler gibi, ben de hayatımın girişine, seçimler yapan bir adam diktim.”



Aslında Fabio Volo’nun yukarıda toparladığım cümlelerine yorumda bile bulunamıyorum. Çünkü eminim ki hepimizin zaman zaman hissettiği ama bu şekilde telaffuz etmediği hisler bunlar..
Yine çok içten bir dille verdiği örnek, aslında nasıl da anlatıyor, itiraf etmekten çekindiğimiz egomuzun seçimlerimizi nasıl şekillendirdiğini.:

“Kendimi bildim bileli biraz benmerkezci biriyimdir. Bizimkilerle göle giderdik. Bütün bir günü suya atlayarak geçirirdim. Ama her seferinde önce annemi çağırırdım beni görmesi için: “Anne, anneeeeee, bana baaaakkkk..” Ama su yüzeyine çıktığımda, bana bakacağı yerde onu arkadaşları ile çene çalarken görür ve orada öylece kalakalırdım. Büyükler için bu kadar küçük bir işin benim açımdan o zamanki önemini anlayamazsın. “Bay Atlayış”a gereken ilgi gösterilmemişti. Kendimi göle atıyordum ama o bakmıyordu. Oysa daha sonra evde banyo yaparken, beş dakikada bir bana, “Hala yaşıyor musun?” diye sesleniyordu.
Bütün hayatımı atlarken bana bakacak ve çok iyi olduğumu söyleyecek birilerini aramakla geçirdim. Ve her zaman güzel atlayışlar yapmak istedim.
Şimdi anlıyorum ki hep kolum kanadım kırılmış. Artık sadece suya girmenin tadına varmak için atlıyorum. Ama bu gerçekten atlamak istediğim su mu?” 



Fabio’nun kendisi ve hayatı hakkındaki yazdığı bölümden sonra Aşk ve İlişkiler üzerine Seks üzerine yazdığı bölüm de tam anlamıyla muhteşem.. Çocukken cinselliği ilk keşfettiği dönemlerde anlattıklarını hem hayretle ve hem de kahkahalar atarak okudum. Aile ilişkileri ve tek başına yaşamak üzerine anlattıkları da evet kesinlikle hepimizin düşündüğü, hissettiği şeyler..

Alessia’yı anlattığı o harika bölümü yazmazsam eksik kalır bu yazı:

“İkili ilişkileri huzurlu, sakin bir şekilde yaşamayı bilmiyorum. Alessia ile olan ilişkimde mesela, o, kalbimin en güzel şeylerinin bulunduğu yere kadar girebilmişti, hani şu Nutellalar, bisküviler, kahvaltılıklar, reçeller ile dolu tatlı büfesi gibi olan yere; hani bir girdiğinde olan olur ve bir daha çıkamaz ya, işte o özel köşeye girebilmişti. Bunun aşkla ilgisi yok. Öyle insanlar vardır ki onları ilk tanıdığın andan itibaren asla sevmekten vazgeçemezsin. Alessia da bunlardan birisi, bunu daha ilk anda anladım.
Onunla tanıştım ve tanışmamızın ertesi günü seviştik. O alışılagelmiş, “Çok erken olmadı mı?” diyaloguna girmedi. Hani aşağı yukarı şöyle gelişen konuşmadan söz ediyorum:
“Değiştin birden.. Neyin var?”
“Yooo, hiçbirşeyim yok..”
“Emin misin?”
“… Hayır, şey, düşünüyordum ki.. Kimbilir şimdi benim için neler düşünüyorsundur, böyle hemen oluverdi, şimdi bana inanmayacaksın biliyorum, ama daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım, bilemiyorum, sen bana ne yaptın böyle, yani genellikle daha sonra olur ama, belki sen şimdi bu kız herkesle böyledir diye düşünüyorsun…”
İlk zamanlar bu sözleri duyduğumda inanıyordum ve kendimi aptalları hayran eden, seksin yüz karası gibi hissediyordum.
O ise hayır, bu numarayı yapmadı, çünkü o her zaman hayatı sakince yaşamaktan ve ne ise öyle kabul etmekten yanaydı, hatta hani şu dereyi görmeden paçayı sıvamayanlardan..
Onunla ilk seviştiğimde çıldıracağımı zannettim, yüreğimin bu kadar heyecanı taşıyabileceğine inanamadım, zorlukla nefes alıyordum. Teninin kokusu benim için yaratılmıştı: Bir uyuşturucu gibiydi ve o andan sonra kendimi iyi hissetmem için günde en az bir kere almaya ihtiyacım vardı. İçine çektiğinde hemen eve koşmak istediğin bir koku..
İçindeyken bakışlarında parıldayan tanrısal bir ışık olurdu. Kırılgan savunmasız görünürdü bana, içimden onu korumak gelirdi. Ve henüz bir başlangıçken bitmiştim ben.
Onda hoşuma giden bir başka şey de hemen çilekli risotto pişirebildiğini söylememesi idi. Daha ilk buluşmada özel olmayı isteyen diğerleri gibi olmadığını anlatmak istiyorum.
Kızları etkilemek için benim de kendimce taktiklerim vardı. Ama hayatına Alessia gibi biri girdi mi artık stratejiler yoktur. O zaman yaptığın, söylediğin veya düşündüğün şeylerin bir daha gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Alessia hayatıma gururla girmişti ve ondan önce olan her şeyi yoketmişti.
Kendimi bir şarkı, bir şiir gibi hissediyordum. Her şeyde onu buluyordum, vitrinlerde, kahvaltıda, yastıkta. Alessia’yı ne kadar çok seviyordum. Uyanır uyanmaz hemen telefonumu açıp ondan bir mesaj olup olmadığına bakıyordum ve mesaj bildirim sesini her duyduğumda kalbime bir esinti geliyordu. Hoş bir şeyler yazmışsa mesajı haftalarca silmiyordum. Onu saklamak ve defalarca açıp okumak hoşuma gidiyordu. Ne zaman burcumu okusam onunkini de okuyordum ve ayrıldıktan sonra da bunu yapmaya devam ettim.
Alessia muhteşem bir kızdı, güzeldi, insana saçını başını dağıttıracak kadar güzel. İlk zamanlar sadece bir bakışı beni ürpertip sarsmaya yetiyordu.
O, tutku ile aşık olmayı bilen kızlardandı, sana ruh veren ama bunu seninle yatarak anlatmayan kızlardan.
Onda en küçüğünden tut da en belirgin, en devasa olanlarına kadar hoşuma giden pek çok şey vardı. Giyinme şekline hayrandım ya da kendi düşüncelerini savunmasına. Dudaklarımın üzerinde dili dolaştığında ya da sinemada bir filme ağladığında beni büyülüyordu adeta.
Elbette kusurları da vardı, bunları ben de görebiliyordum, ama hiçbiri onunla ilgili düşüncelerimi değiştirmeye yetmiyordu. O buz gibi ayakları bile, bugüne dek görmediğim kadar soğuk ayakları.”



Son olarak bir küçük alıntı ile bitireyim artık. Gerçekten kendimi durdurmam çok zor bu kitapta yazmak istediklerime dair..

Aşık olduğun insan ile sevişmek ve aşık olmadığın insanla sevişmenin arasındaki farkı bir cümleyle tokat atar gibi özetliyordu Fabio ve ben nefesimi tutup gözlerimi kapatıp düşünüyordum.. Neden bazen doyduğunun neden bazen hiç doymadığının sırrı buradaydı işte.. Doğruydu.. Doğru..
“İşte bu, aşk ile seksin arasındaki farktır; seks boşaltır, aşk ise ağzına kadar doldurur.” !!!!