31 Ekim 2009

Unutamam

.


SEZEN AKSU - UNUTAMAM


Unutmadım unutamam
Kara sevdam merak etme
Yaşamaksa yaşadım lakin
Canımın çoğu kaldı sende

Pişman mıyım? asla
Güzelleştim yasla
Sevmedim mi sevdim evet
Senden sonra da ihtirasla

Ama benim ciğerim yanar
Ten oyalanır, can kanar !
İki gözüm iki çeşme haberin yok
İçerime içerime akar

Benim ciğerim yanar
Ten oyalanır, can kanar !..
Unutmadım, unutamam kara sevdam merak etme
Yaşamaksa yaşadım lakin,

canımın çoğu kaldı sende!

.

.


27 Ekim 2009

Kan Gölü

.
Bu Yazı Eden Lake filmi hakkında fazlasıyla detay bilgi içerir.
.


TOOL - HUSH

“Ama onlar daha çocuk” diyor ağlayan bir anne filmin sonunda..
Ama onlar daha bir çocuk..


Şiddetin temelinin nereye dayandığını, şiddetin ucunun nerelere kadar uzanabileceğini sorgulatan, zaman zaman kafanızı sağlam karıştıran, zaman zaman midenizi bulandıran, zaman zaman sizi oturduğunuz koltuğa çivileyerek hareketsiz ve soluksuz izlemenizi sağlayan, gerçekliğinden asla taviz vermeyen bir film
Eden Lake..

Senaristi ve yönetmeni
James Watkins’in ilk filmi. Watkins, “Canavarın bir vampir, bir kurt adam ya da uzaydan gelen bir yaratık olmadığı, aksine içimizde yetişmiş bir şey olduğu bir korku filmi yapmak istedim.” diyor. Ve bence dediğini başarıyor da..

Gerçek hayatta hepimizin başına gelebilecek, tüyler ürpertici bir gerçeklikle kuşatılmış, sert bir gerilim filmi
Kan Gölü.

Adından da anlaşılacağı üzere hikaye bir göl kenarında geçiyor.

Göl kenarında bir ormanda..


Genç çiftimiz haftasonu kaçamağı yapmak üzere gölün bulunduğu kasabanın yolunu tutar. Üstelik Steve (Michael Fassbender) sevgilisine Jenny (Kelly Reilly) bu romantik tatilde evlenme teklif etmeyi planlamaktadır. Fakat göl kenarına kurdukları kamp daha ilk andan itibaren kasabanın yerli halkından olan yeniyetme serseri bikaç çocuk sayesinde tatsızlaşmaya başlar. Ve devamında da tam bir kabusa döner.

İşkenceyle birlikte hayatta kalma mücadelesine dönen bir kedi-fare oyunu..

Bir açıdan aslında çok bilindik, pek çok örneği olan bir konu var ortada.

Fakat hikayenin içinde yedirdiği pek çok nokta ile Watkins filmini diğerlerinden farklı ve kaliteli kılmayı başarıyor..
Suçlunun kurbana, kurbanın suçluya dönüştüğü, sonra yine birbirine karıştığı ve dolayısıyla bizi sürekli sorgulamaya iten, ne düşüneceğimizi şaşırdığımız pek çok sahne barındıran bu gerilim macera filmi, son dönem içi boş pek çok gerilim filminden hemen sıyrılıyor.
Gerçek bir ormanda ve düşük bütçeyle çekilmiş ve Holywoodun pek cesaret edemeyeceği soruları içine yerleştirmiş bir İngiliz filmi. Ama Holywood stüdyo filmlerini de aratmıyor çekim kalitesi bakımından..
Sertliğinden de asla taviz vermiyor.


Yönetmenin filmde alt metin olarak sorgulamamızı istediği bazı noktalara da kısaca değinmek istiyorum:

Filmin başlarında çift göl kenarına kamp kurup güneşlenmeye başlar. Hemen az ilerisinde de kasabalı yeniyetme veletler oldukça rahatsız edici bir müziği yüksek sesle açmışlar ve çiftin gölün sessizliğinde bulacakları huzuru bozmuşlardır. Ve bir de köpek sürekli çiftin yanına gelip onları rahatsız etmektedir. Sonunda adam dayanamayarak gidip çocukları uyarır. Ve çocuklar, “Pardon abi, rahatsız mı ettik, özür dileriz, bir daha olmaz” diyecek tiplerden olmadığı gibi, adamın kibar uyarısına argo ve pis sözcüklerle cevap verirler..



Daha bu sahnede bile ikilem oluşuyor insanın kafasında.. Göl çok küçük bir yer değil.. Herkes kendince kendi istediğini yapmaya gidiyor oraya. Çift huzur aramaya, çocuklar kendince eğlence yaşamaya. Çift madem gürültüden rahatsız oldu konumlarını değiştirip gölün başka bir bölümüne gidebilirler. Ama gitmiyorlar. Çünkü hem şehirliler, hem de büyükler. Pek çoğumuzun yapacağı gibi aslında; rahatsız olduğumuzda o ortamdan uzaklaşmak yerine gidip rahatsız olduğumuz şeye saldırırız ya hani işte.. Neden peki? Neden daha mantıklı ve olması gereken çözümü değil de kavgalı olan çözümü seçeriz çoğu zaman?? Kendimizi üstün görmemiz, öfkemizi kontrol edemememiz, içimizdeki ukala alttan almayı bilmeyen çocuğun şımarıklığı ve kazanma hissi gibi pek çok nedeni var elbette..

Neyse.. filme geri dönersek, ilk sataşmayı böylece bizim çift başlatmış olur.. Ve işte aslında zaten şiddete meyilli bu çocukların içindeki sonu kestirilemez sadistliği de dürtmüş olur.



Evet çocuklar korku filmlerindeki çoğu tiplemeler gibi ellerinde satırlarla kurban avına çıkmış değiller.. Sadece en ufak bir sebep yüzünden bir caniye dönüşebilecek, şiddete fazlasıyla meyilli sorunlu isyankar tipler. Bu da filmi çok daha gerçekçi bir yapıya sokuyor zaten. Filmde ara ara gösterildiğinde de anlıyoruz ki, ailelerinde başlıyor şiddet.. Filmin başlarında küçük çocuğuna annenin yerleştirdiği sağlam bir tokat ile “oha” derken, ilerleyen karelerde en psikopat gencin babasının nasıl biri olduğunu da görüyoruz..

Evet suçlunun kurbana, kurbanın suçluya dönüştüğü demiştim ya.. Çocuklar bu sataşmanın devamında çiftin arabasını ve içindeki eşyalarını çalarlar. Çocukların tam birer serseri olduklarını anlarız. Şimdi kurban durumundaki çift yürüyerek onları bulur ve karşılıklı bir itişip kakışma sırasında Steve kurbanken suçluya dönüşerek, kazara filmin en psikopat çocuğunun köpeğini öldürür. Ve bundan sonra çocuk işte tam bir caniye dönüşerek, tüm arkadaşlarını da bu şiddet oyununa dahil ederek akıl almaz işkencelerle, hiçbir acıma belirtisi göstermeden ölüm makinesine dönüşür.


Bizim sağlam kaslı mükemmel vücutlu, zengin (rayban gözlük sahnesi, arabası, cep telefonları, göldeki dalış malzemeleri vb.) güçlü erkeğimiz Steve çok kısa bir sürede çaresiz bir kurban haline gelir.

Oysa sevgi dolu, yumuşak, sevecen, -sevgilisinin küfür etmesini bile istemeyen- anaokulu öğretmeni hanım kızımız Jenny tam bir intikam meleğine dönüşür. Hayatta kalmak kolay değil. Yaşamak için öldürmeyi öğrenir.. Çöp tenekesinden kapkara bir halde çıktığı ve aynada kendini gördüğü o sahne sanırım artık bir kırılma noktasıydı. Öldürdükleri çocuk olduğunda ve nedense hep pişman olan çocukları öldürdüğünde yine aklımız karışır bizim de.. Bazen gerçekten kimin haklı olduğunu algılayamayız..

Aslında daha bahsedilecek pek çok sahne var..

Teknolojinin avantaj değil dezavantaj olduğunu bikaç sahneyle bize iyice belleten yönetmen, gündelik hayatlarımızdaki kuşatılmışlığımıza gönderme yapıyor.. Bluetooth özelliğinin ve araba alarmının çiftin kaçmasına değil de yakalanmasına sebep olduğu sahneler örneğin..




Müthiş bir final sahnesiyle de akıllardan kolay silinmeyecek bir filme dönüşüyor Eden Lake..

Hani bizim ukala sinirli erkek Steve filmin başında sürekli “fuck” diye bağırırdı ya.. İşte filmin final sahnesinde sanırım herkes içinden yada dışından bu kelimeyi söylemiştir.

Tamam film zaten sürekli daha da karamsarlaşan bir yapıya sahip ve genelde izleyiciye ümit vermeyen bir karanlıkta olsa da böyle de bir son gerçekten kolay cesaret edilecek bir şey değil.

“Onlar daha çocuk” diyordu oğlu ölen bir anne..

Onlar daha çocuk..

Ama film bize onların ne kadar çocuk olduklarını sağlam belletiyordu..

.
.

20 Ekim 2009

Rammstein

.


RAMMSTEIN - PUSSY

Nihayet 4 yıl aradan sonra yeni bir albümle, kulaklarımın da yüreğimin de pasını siliyor, kanımın durgunlaşmış akışını canlandırıyor Rammstein bir haftadır..

Önce olaylı bir kliple müjdelediler yeni albümün artık hazır olduğunu..

Klip şarkının adının da, içeriğindeki sözlerin de hakkını fazlasıyla veriyordu ..
ki zaten çok kısa bir sürede pek çok ülkede yasaklandı..
İlk yayınlandığında indirenler indirdi, artık pek çok görüntü kırmızı siyah hale getirilmiş durumda klipte.
Şarkı harika.. İnsanın bu şarkıda oturmasının öyle sessizce yerinde durmasının imkanı yok..
Kesinlikle çok ritmik ve birkaç kez dinledikten sonra insan sözlerine eşlik ediyor ister istemez.

İşte bu bölüm riskli. Aman ha şarkının sözlerine yüksek sesle eşlik etmeyiniz :)


Rammstein..
Hayattaki en büyük tutkularımdan biri hakkında yazmak kolay değil elbette..
Başka hiçbir ses beni böylesine peşinden sürükleyemez, böyle derinlerime inemez..




Aslında ilk albümlerini 1996 yılında çıkarmışlar.. Benim evlenip uykuya yattığım yıl yani..
6 yıl hiç müzik dinlemediğim dönemden sonra uyanışımla birlikte hayatıma yeniden filmleri, kitapları ve müziği almaya çalıştığım zamanlarda birkaç kez duymuş fakat beni sarsacak denli etkilenmemişim Engel ve Du Hast dan..


2004 yazında hasta olduğum bir gece Lilja 4-Ever ı açıyorum..
Daha açılış sahnesinde vuruluyorum şarkıya da filme de..
Dayak yemiş, zayıfça genç bir kız koşuyor, gri soğuk bir ülkede üstünde eşofmanlarla..
Ve sert bir şarkı var fonda..
Şarkının iniş çıkışlarıyla kızın koşuşu birebir uyumlu, müzik yavaşladığında kız yorgunluktan duruyor, yere yığılacak sanıyorsunuz, sonra şarkı birden sertleşiyor yine ve kız da koşmaya başlıyor son gücüyle..
Gri bulutların tamamen kapladığı gökyüzünde tek bir kuş uçuyor, kız ona bakıyor ve sonra otobandaki uzayıp giden şeritlere..
Kamera kızın yüzüne ve bakışlarına odaklanıyor son bir an..
Ekran kararıyor, müzik susuyor.
Ben aylarca kızın bakışlarını ve yüz ifadesini silememişimdir beynimden, filmi de kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum bile..
Evet işte beni ilk andan itibaren sarsan bu sahnenin şarkısı Mein Hertz Brennt di.. O muhteşem ses de Rammstein..

O an taht kurdu benliğime Rammstein..
O günden beri de milyonlarca şarkı grup dinlesem de hiç bir ses, bu sesi deviremiyor içimde..


Bir haftadır kesintisiz yeni albümlerini (Liebe Ist Fur Alle Da) dinliyorum dünya ile bağlarımı koparmış gibi.. 11 albüm şarkısı 5 bonus olmak üzere 16 yepyeni şarkı :) Gündüz işyerinde, yolda kulaklığımda, akşamları da evde..
Önce son albümden en sevdiklerimi yazayım hemen:
1.Pussy
2.Führe Mich
3.Donaukinder
4.Waidmanns Heil
5.Fruhling In Paris

6.Halt
7.Rammlied


Onların olaylara ve dünyaya bakışaçıları her zaman farklı ve her zaman sert olmuştur.
Sanılanın aksine tüm şarkılarının sözleri de anlamlıdır.
Klipleri de en az şarkıları kadar sert ve anlamlıdır üstelik..
En sevdiğim şarkı olan Sonne nin klibinde “Pamuk Prenses” fenomenini ne hale getirdiklerini gördüğüm zaman bir kez daha bir kez daha taht kurmuşlardır kalbimde..


Benim mp3 çalarımda tek grup vardır yıllardır..
Ne kadar uzağa giderse gitsin yolum sadece Rammstein dinlerim..
Ne kadar kısa olursa olsun yolum (işten eve dönerken bile) sadece Rammstein dinlerim..
Yürüyüşlerimde kulağımda onların sesi vardır..
Kendimi çok mutsuz hissettiğimde onlarla toparlarım ruhumu..
İçimin tutkuyla ve coşkuyla dolduğu dönemlerde onlarla artırırım alacağım hazzı..
Yüreğimin ıssızlaştığı anlarda yine onlarla paylaşırım içimdeki suskunluğu..
Her duygumun her hissimin bir Rammstein şarkısı vardır..
Hüznün, acının, zevkin, şehvetin, şefkatin, korkunun, geri çekilmenin, üstüne gitmenin, savaşmanın, pes etmenin, mutluluğun, coşkunun, duvarları örmenin, duvarları yıkmanın, teslim olmanın, umursamamanın, yerlerde kıvranmanın, bulutlarda tepinmenin, dans etmenin, flört etmenin, izlemenin… kısacası tutkunun .. kısacası yaşamanın her zerresinin içimde bir şarkısı vardır Ramsstein dan..


7.oda nın En İyi Rammstein Şarkıları Listesi yapayım hemen şimdi öyleyse..

1. Sonne
2. Nebel
3. Ich Will
4. Wo Bist Do
5. Rosenrot
6. Mein Herz Brennt
7. Spiel Mit Mir
8. Mutter
9. Hallelujah
10. Feuer Und Wasser
11. Reise Reise
12. Hilf Mir
13. Amour
14. Ohne Dich
15. Mein Teil
16. Seeman
17. Adios
18. Du Riechst So Gut
19. Engel
20. Moskau
21. Mann Gegen Mann
22. Das Modell
23. Alter Mann

Diğer şarkılarını sevmiyorum sanmayın.. Ama bunlar asla ama asla vazgeçemediklerim.. Daha azını kapsayan bir liste yapamıyorum :)


Benim sadece çok yakınlarım değil, beni az biraz tanıyanlar bile bilir bu gruba olan tutkunluğumu..
En büyük hayallerimden birinin onları canlı izlemek olduğunu..
Till Lindemann ın sesinin bana her şeyi yaptırabileceğini :)
Rammstein sevmeyen biriyle değil bir hayatı paylaşmak, değil sevgili olmak, yolculuk yapmak fikri bile çok sıkıntı verici..
Benimle birlikte kanı kaynamayacaksa bu muhteşem seste, benimle birlikte havalara zıplayamayacaksa, son ses açıp, tempo tutup, kalbinin çarpıntısını hissetmeyecekse, hayatımın hangi yanlarını paylaşabilirim ki ama değil mi :)

Boşanıp kendime yepyeni bir hayat kurduğumda en çok sevindiğim şeylerden biri de; artık her istediğimde Rammstein dinleme özgürlüne sahip olmamdı :)

Benim Hayatımın En Büyük Tutkusu Bu Ses..
İçimdeki Deliyle En Bütünleşen şey Bu Ses..
Yaşadığımı Hissettiren en güçlü şeylerden biri Bu Ses..
Hala Sürüklenebilecek kadar Cesur olduğumu ispatlayan ses bu..
Ya olmasalardı, ye ben onları duymasaydım.. Ne çok şey eksik kalırdı hayatımda ne çok şey..

Şimdi şarkının adını da anlamını da boşverin ve şarkıyı açıp tadını çıkarın…






14 Ekim 2009

Sinemaximum

.


REAMONN - SUPERGIRL

Sonunda birileri beni keşfetti :)
Evet pek çok arkadaşımın
“Neden bir dergide yazmıyorsun?” sorularına “Ama ben çok kişisel yazıyorum, her ne kadar filmden epey bahsetsem de mutlaka ucundan bir yerinden kişisel kelimelerim de giriveriyor devreye, bir sinema eleştirmeni gibi sadece yazmam gereken konuda kalamıyorum” derken hep, bir sinema sitesinden teklif aldım geçen hafta..
Sinemaximum ..



Önce çok heyecanlandım, siteyi inceledim uzun uzun, 12 yazar kadrosu vardı..
Sonra aklıma takılan 2 soruyu sordum..


1.Sorum: Yazma süresi periyodu var mıydı, yoksa istediğimiz zaman, istediğimiz sıklıkta yazma özgürlüğüne mi sahiptik?

Çünkü bu konu benim için çok önemli.. Hem zaman problemim var.. Hem de kendimde halledemediğim en büyük problemlerden biri: Bir şeyi yapmak zorundaysam veya zorundalığı geçtim benden bir şey bekleniyorsa, ben direkt o şeyi yap(a)mama moduna giriyorum. Bir tek ailemin sorumlulukların da böyle değilim. Onlar dışındaki her beklentiyi yapmama eğilimim var. Elbette her sorun gibi bunun da pek çok sebebi var; geçmişimde benden beklenen şeylerin fazlalığı yükü ve benim en sonunda patlayıp herşeyi bir anda itmem gibi.. Sebeplerini bilsem de ve uzun zamandır bu sorunumla uğraşsam da çok yol katettiğim söylenemez. Bu yüzden benden mesela her hafta bir yazı yazmam beklense, ben o yazmam gereken zamanda kesinlikle yazamayacağım..

2.Sorum ise; Sinemaximum sitesinde yayınlanan yazılarımı 7.oda da yayınlayıp yayınlayamayacağım idi..

Gelen cevaplarda; süre konusunda hiçbir kısıtlama olmadığını, dilediğimizce özgür olduğumuzu fakat aynı yazımın her iki sitede birden yayınlanması konusunda bir takım sıkıntıların olduğunu anlatmışlardı.

Fakat ben teknoloji ve site özürlü bir cahil olduğumu bir kez daha göstererek :) (bir ara flickr sitesinden ilk maceramı yazmalıyım ki nasıl rezil olduğumu görün siz de :) anlatılan şeyleri yanlış değerlendirip bu gurur verici teklifi reddettim :)
Kabul edersem asla mutlu olmayacağımı, çünkü bunun bana kendi çocuğumu ikinci plana atıp, daha başarılı bir başka çocuğa emek vermek gibi hissettireceğini söyledim. Ve neredeyse 4 yıldır siteme emek verdiğimi..


Sağolsun Murat Sünter, hiç usanmadan bana yanlış anladığım konuları tek tek açıkladı..
Ve ben de bu kez nihayet her şeyi doğru anladım :)


Bu arada buraya yazmazsam çatlarım, umarım kendileri bana kızmaz sözlerinin bir kısmını buraya da aldığım için..
“7.oda'nın bu konuda iki avantajı var. Birincisi söylediğiniz üzere 4 yılını tamamlamış olması, ikincisi ise zaten Google tabanlı olmasıdır. Google'a 7.Oda yazılınca çıkan sonucun altındaki 4 linkten de bunu görebilirsiniz. Google arama sonuçlarında bir sitenin altına kolay kolay link koymuyor, ki üstelik 7.oda bir blog. Bu konuda 7.oda kesinlikle takdire şayan.
Teklifimizi, 4 yaşındaki sinema dehası bir çocuğun, 8 aylık fakat 60.000 kişilik bir sinema okulundan özel kayıt daveti alması gibi düşünmenizi isterim. Ben, 7.oda'nın marka değerini gördüğüm ve daha geniş çevrelere yayılması gerektiğini düşündüğüm için sizinle bağlantıya geçtim.
Son karar tabiki sizindir.
Ben her iki cevapta da 7.oda'yı takip etmekten zevk duyacağım:)
Saygılarımla,”

Daha Google aramalarında bir sitenin altına link açılmasının ne demek olduğunu bile bilmeyen bir kadına yazdığından bihaberdi tabi Murat Bey :)
Ben tabi bu tarz bir cevaptan sonra ağzım kulaklarımda mest olmuş bir şekilde birkaç kez okudum maili.
Sonra gittim google da “7.oda” yazıp şu 4 link olayının ne olduğuna baktım. Hakkaten dikkat etmemişim daha önce buna, bazı aylarımın da linkini çıkarıyor daha fazla sonuç için :)
Sonra bildiğim sağlam kişisel blogları falan aradım bakalım onlarda da çıkıyor mu diye.
Kendi kendimle gurur duyup, teklifi dün sabah itibariyle kabul ettim :)


Dün gerekli düzenlemeleri de sağolsun Murat Bey halletti ve ben de artık yazarlar arasında yerimi aldım, üstüne anasayfada çıktım :)
Bu vesile ile kendisine bir de teşekkür borçluyum, hem teklifi, hem de uğraşıları, hem de bilgilendirici mailleri için..

Anahtar Deliği bölümüme bir site daha eklememin zamanı geldi anlayacağınız..
Hayırlı olsun bakalım :)

6 Ekim 2009

Ölü Erkek Kuşlar

.


DOLORES O'RIORDAN - IN THE GARDEN

Bu kitabı daha önce okumalıydım..
Evet pek çok kitabı neden daha önce okumamışım ki diye hayıflansam da hiç biri bunun kadar kuvvetli değildi..
Bu kitabı daha önce okumalıydım.. Çünkü eğer okusaydım uyanışım sonrası girdiğim bunalımlarda, adını çok net çizebilirdim yaşadığım şeylerin..
Oysa ben uzun zamanımı, evet uzun zamanımı yaşadığım şeylerin, hislerimin anlamını çözmeye, sonrasında da yine çok uzun zamanımı bu hislerimi karşı tarafa aktarmaya, kendi duygularımı ona tercüme etmeye harcamıştım..
Önce kendi sorularımı cevaplamak, sonra da onun sorularını cevaplamak için ayırdığım yıllar..
Oysa Suna nın kitabın başında anlattığı ruh halinin tamamıydı işte benim de halim..
Oysa benim yıllarımı alan bu sorgulama ve adlandırma dönemini Suna kitapta bikaç sayfada özetlemişti..



Bu kitabı daha önce okumalıydım..
Okumalıydım ki.. “işte” diye gösterebilmeliydim kendime de, hayatımı adadığım insana da..
Okumalıydım ki.. Hissettiğim şeyler karşısında kendimi ‘rahat bi tarafına batan nankör’ biri gibi hissetmemeliydim..


Suna’nın; Su ve Na diye ayırdığı içindeki iki farklı kadın gibiydi benim de içim işte..
Bir yanda uysal, evcimen, bir erkeğe bağlı olmaya ihtiyaç duyan, sevilmek isteyen, ömrünü bir erkeği mutlu etmeye adayabilecek, yemek pişirip temizlik yapacak, kendini hiç önemsemeyip sadece eş ve anne kimlikleriyle yaşayabilecek, hayatını özveri üstüne kurmuş bir kadın vardı Su gibi..
Bir yanda da isyankar, içindeki ateşi hiç sönmeyen, kavgacı, başınabuyruk, gerçek bir özgürlük tutkunu, asi, cesur, sürekli kendini arayan, kimseye tam bağlı olamayacak, bencil ve tutkulu bir kadın vardı Na gibi..
Ve bu ikisinin birleşiminden oluşan bir kadın vardı temelde SuNa..
Doğal olarak dengesiz ve iç çatışmaları hiç bitmeyen bir kadındı..
Benim gibi..



Benim gibi..
Yıllarca Su gibi yaşamış, sonra birden kimlik bunalımına girip Na ile karşılaşan içinde, bu Na yüzünden önce kendinden utanan sonra da suçlanan ben değil miydim..
Herkes ya Su ya da Na olmamı beklemiyor muydu..
İkisini de içimde taşıdığımı neden anlatamamıştım o zamanlar hayatımdaki insanlara..
Hepsi Su yu seviyordu, çünkü Su asla kendi isteklerini önemsemeyen, hiçbir şeyi sorgulamayan, ona ne sunulursa onunla yetinen, ve sürekli etrafındakiler için çabalayan, hayatın bütün anlamını kocasına adamış bir kadındı..
Kimse Na yı istemiyordu.. çünkü Na hepsine meydan okuyordu, kafa tutuyordu, “Ben bunu istiyorum” diyebiliyordu.. "Önce ben, önce benim isteklerim" diyebiliyordu. "Bana yetmiyorsun" diyebiliyordu, eleştiriyordu, istiyordu, isyan ediyordu..
Sonunda ortaya büyük bir savaş çıkmıştı ve herkes Na yı öldürmeye çalışıyordu.
Onu sindirmeyi başardılar bir süreliğine ama öldürememişlerdi.
Bir köşeye çekilip sesini çıkarmadan bekledi yıllarca..
Bu yıllar içerisinde çok daha güçlendi..
Ve bir gün asıl savaş başladığında herkesi yakıp yıkıp geçti, savaşı kazandı..
Su yu bile sindirdi,
Tek ve Mutlak Güç olarak hakimiyetini kurdu..
Devir artık Na nın devriydi..
Uzun zaman da böyle geçti..


Bu arada bütün erkek kuşlar öldü..
Avuçlarında kanlar yoktu belki ama kuş cesetleri heryerdeydiler..


Bu savaş, kendi içinde ikisinin de olduğunu kabul edip Su yu da Na yı da sevmeye başlayana kadar kadın, sürdü..
Belki bir gün Su yu da Na yı da birlikte sevebilecek biriyle karşılaşacağına dair ümitlerini de yeşertti..
Ve barıştı kendisiyle..


Kitabı anlatacağım derken kendime daldım..
Evet bu kitabı daha önce okumalıydım..
Okumalıydım ki o zaman belki kuşlar ölmezdi, uçup giderlerdi,
O zaman belki yüreğimde bunca kuş ceseti taşımazdım..
Bilseydim.. okusaydım.. belki de daha güzel ifade edebilirdim herkese kendimi zamanında..
Tek bir kadın olmadığımı, içimde her şeyi barındırdığımı..
Hep olmadığımı Daima olmadığımı, Biraz ve Bazen olduğumu..
Ara sıra bir sığınağa ihtiyaç duyduğumu, yalnız kalmak yoksunluğumun beni delirttiğini, bazen tek istediğim şeyin yalnız kalabilmek olduğunu daha farklı ifade edebilirdim herkese..
Ve bunca ölü kuşlar bırakmazdım geride kalan bahçenin içinde..


Ölü Erkek Kuşlar ; okuduğum ilk kitabı İnci Aral'ın..

Kitapta elbette benim burada bahsetmediğim pek çok konu ve pek çok karakter var..
Ama ben özellikle kitabın ilk bölümlerinde anlatılanlara takılı kaldım günlerce haftalarca..

sonrası su gibi akıp geçti okunurken..
En çok alt çizdiğim kitap bu olabilir..

Neresini buraya alıntılasam düşündüm de..
Sanırım saatinin geriye doğru çalıştığını anlattığı bölümü yazmak istiyorum..

Saati uzun zaman geriye doğru çalışmıştı Sunanın, tıpkı benim gibi..
Zaman kavramını gerçekten yitirdiğim bölümleri hayatımın..
Ne zaman ki artık her şeyi geride bırakıp kendini bulduğumda zaman normale dönmüştü..



Bu geceye gelinceye kadar, zaman uzun bir süre bir yerlerde takılıp kaldı benim için. Gereğinden uzun akşamlar, geceler, sabahlar ve günler yaşadım. Geriye doğru çalışıyordu saatim bu sıralarda ve kimse onaramıyordu bu bozukluğu. Her şey normal, diyorlardı saatçiler. Aslında görünürde pek bir aksaklık yoktu. Şu var ki, benim biyolojik zaman ayarımla uyum içinde olamıyor, apansız yıllar öncesinin saat onyedilerini, üçlerini, beşlerini göstermeye başlıyordu saatim. Bu arada birkaç saat değiştirdim elbette, ama yararı olmadı bunun. Onlarda da aynı aksaklık ortaya çıkıyordu koluma takar takmaz. Bir randevuya yetişmeye çalışırken geç mi kaldım acaba kaygısıyla baktığımda, yetişmeye çalışmış olduğum pek çok randevuya koşar buluyordum kendimi. Bir Salı günü öğleden sonra onbeşte nerede kimlerle buluşmaya gitmişsem –öyle az buz değil bunlar- ister üç yıl ister beş-on yıl önce olsun, saatim akıl almaz bir hızla geri atlamalar yaparak bütün bu salıların onbeşlerine dönüveriyordu.
Böylelikle yaşamımın bir bölümünde zaman kavramını neredeyse bütünüyle yitirmiş oldum. Bunun yaşamıma yepyeni boyutlar kattığını yadsıyacak değilim. Aynı anda iç içe birkaç zamanı birden yaşayabilmek kolay olmasa da şaşırtıcı ve olağanüstüydü.
Sonra yaralarım kapandı, iyileşme devresini dinginlik içinde geçirdim ve her şeye, bütün o üst üste gelmiş dörtlere, sekizlere, ondokuzlara karşı derin bir kayıtsızlık, kör bir duyarsızlık geliştirdim. En sonunda bana acı veren birçok şeyin hiç de o kadar dayanılmaz olmadığını, kurtulmuş olmanın verdiği uçuk, belli belirsiz bir sevinçle ayrımsadım.

Ve yine kitabın sonlarına doğru bir yerde zamanın artık normale döndüğünü şöyle dile getiriyor SuNa..

Üç ay kadar önce de yeniden başlamayı, yaşamımı yeniden düzenlemeyi umuyordum. Ama yapamadım. Zamanım geriye doğru işliyordu. Yaşamım ileriye değil gerilere gidiyordu durmadan. İlerlemeye çalışırken geriye kayıyordum. Bu yüzden önceki günlerimi yeniden yaşamaya koşuyordum istemeden.
Ama şimdi saatime bakıyorum ve akreple yelkovanın dönmesi gereken yöne, saat yönüne doğru ilerlediğini görüyorum.

Kimseyi beklemiyorum. !