29 Nisan 2010

Hoşçakal



EMRE AYDIN - HOŞÇAKAL


Sen hiç görmedin,
Su vermeye benzedik plastik çiçeklere
Hiç görmedin !


Sen hiç görmedin,
Dans ettik durmadan kırık camlar üstünde
Sen öyle sana benzeyen her şey gibi


Erirken avuçlarında ben
Unutuyorum

Hoşçakal…
Olacaklar sensiz olsun
Daha durmam boşluklarında ben
Unutuyorum..


Sen hiç görmedin,
Baştan böyle yazılmış yok kimsesi kimsenin
Hiç kimsenin


Sen hiç görmedin,
Sonu baştan yazılmış
Bitti bitti kelimelerim.

21 Nisan 2010

Hafızanın Oyunları

.


THE CRANBERRIES - WILL YOU REMEMBER


Zindan Adası filmini izlediğimden beri düşünüyorum sürekli..
Filmdeki hikaye beni fazlasıyla etkiledi aslında..
Teddy'nin yaşadığı kadar dehşetlisi değil de daha minik çaptaki oyunları düşünüyorum..
beynimizin oyunlarını hani..

Ya biz de, farkında olmadan, geçmişi farklı şekillendirdiysek ??
Ya geçmişimizi yeniden inşa ettiysek ??
İstediğimiz gibi mesela ..
Aslında nasıl yaşanmasını istiyorduysak öyle ..
Ya şu an hatırladığımızı sandığımız şeyleri aslında hiç yaşamamışsak,
ya da gerçekte yaşadığımız şeyleri hatırlamıyorsak ??


Deliliğin sınırı nerede başlıyor,
Aklın oyun oynadığını kişi her zaman idrak edemiyorsa ??


Beynimiz ne zaman karar veriyor, kaldıramayacağımız acıların sınırına geldiğimize de.. Ölmemek için herşeyi tüm anıları bir kenara gönderip yeni anılar yaratıyor.. yoktan yaratıyor ??


Ya ben şu an hatırladığım geçmişe sahip değilsem aslında ??



Sorularımın sonu gelmiyor..
Çünkü benim tuhaf hafıza problemlerim var zaten..
Hayatımdaki herkesin hatırladığı ama benim kesinlikle hatırlamadığım, bana fotoğrafları göstermeseler o anları yaşadığıma kesinlikle inanmayacağım koca anı yumakları yok hafızamda mesela.. Kötü anılar kadar güzelleri de silmişim !?!? Anlattıklarında dahi, detaylarını verdiklerinde dahi hatırlamıyorum..
Mesela 2006 yazında kardeşim ve kız arkadaşı bir haftasonu bize gelmişler. Bizde kalmışlar. Babam terasta mangal yapmış. Biz onları Yıldıztepeye götürmüşüz. Bir sürü detay.. Ama ben kesinlikle hatırlamıyorum.. O kadar zorlamama rağmen hatırlayamıyorum. Hiç hem de ! Hiç bir detayı ! Hepsi ortak olmuş beni kandırıyorlar diyeceğim.. Ama hayır ortada fotoğraflar var..
Tamam hayatımın en berbat dönemlerinden biri olabilir 2006 yazı ama, belki de o yaz dönemindeki en güzel hatıram kardeşimin gelmesiydi..
Madem bu derece bir silme işlemi yapabiliyor beynim.. Hafızam madem oynuyor benimle.. Neden sildiği gibi yeni anılar da üretmiş olmasın ??


Ya gerçekten geçmişim benim hatırladığım gibi değilse ??
Ya ben şu an yaşadıklarımı da yarın hatırlamayacaksam gerçek halleri ile ??
Ya öyleyse ??


çok karışık değil mi..
evet çok karışık..

gerçekten sınır nerede??
Kaybolunan bölge neresi ??
Nerede başlıyor kayboluş ??

Aslı Erdoğanın o çok sevdiğim kitabından altını çizdiğim bikaç satır geliyor aklıma hemen..

"benim hiç bir nesnelliği, bilimselliği olmayan delilik sınıflandırmalarım vardır:
aristokrat deliler, deliliğini satışa sunmadan önce pazar ve imaj araştırması yapanlar, yaratıcılığın baş koşulu saydıkları için zorla delirenler

bense sınırlarda arada bir dolaşıp da mayınlı alanı aşmaya bir türlü cesaret edemeyenlerdenim. delilik benim anlatacağım bir öykü değil. bir öykü bile değil."

-mucizevi mandarin-

13 Nisan 2010

Direnenler İçin

.


Reamonn - Free Like A Bird

sevmek bazen tutsak olmasıydı ruhun..
bazense inadına özgür kalması..


aşk bazen yerin dibine gömülmesiydi aklın..
bazense inadına çıkması üstüne bulutların..


tutku bazen kanamasıydı yüreğin..
bazense kanat bile çırpmasına gerek kalmadan uçması..


yere çakılma riskine girebilenlerin ödülüydü gerçek sevda..
korkmayanların, vazgeçmeyenlerin, inadına direnenlerin her zorluğa..


önemli olan; kendini tamamen bırakabilmekti rüzgara..
güneş yaksa da, yağmur ıslatsa da kanatlarını, yine de uçmaya çalışmaktı..
kanatların kırılmış hatta kopmuş olsa da rüzgara gerçekten bırakabildiğinde kendini, o seni taşırdı, sürüklerdi, kucaklardı..


Bir kış soğuğunun maviliğinde dahi, buz gibi bir denizin dibini boylama pahasına, aşka gözü kapalı atlayanlar için olsun bu fotoğrafım..
yolun başında, yolun ortasında vazgeçmeyenler için..
direnenler için..



görüntülemeyi en çok sevdiğim şeylerden biri martılardır..
ve öyle çok martı fotoğrafım var ki :)

ama bu fotoğrafımın bir farkı var..
bütün martılar farklı seviyelerde de olsa karşıya doğru uçarken..
sadece bir tanesi denize dalmak üzere aşağıya pike yapmaktadır !!

yorumu artık size bırakıyorum !



BURFOT - Bursa Fotoğraf İmece Topluluğu'nun "Griye Veda Renklere Merhaba" Projesinin 10. etap sergisi Bursa Çelebi Mehmet Lisesi'nde 25 Mart 2010 Perşembe günü, saat 10:00'da yapılan törende açılış konuşmaları ve düzenlenen kokteyl eşliğinde açıldı.

Ben de bu güzel projeye 10.etapta çok sevdiğim martı fotoğraflarımdan biri ile eşlik ettim..

Footoğrafımın orjinal boyutlu halini isteyenler olursa yine maille göndermekten zevk duyarım..

Daha nice okulların renklenmesi adına, nice projelere..


7 Nisan 2010

Zindan Adası

.
Bu yazı Shutter Island filmi hakkında detay bilgi içerir.
Fragman



Dark Tranquillity - Insanity's Crescendo

Dennis Lehane’nin 2003 yılında yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanan bu karanlık atmosferli, temposu gittikçe artan ve akıl ile delilik üzerine, öfke üzerine çok şey söyleyen film, Martin Scorsese’ın elinde harika bir kara filme dünüşmüş.

- Tanrı öfkeyi sever. Öfke Ruhumuzda var. Biz böyleyiz. Savaş halindeyiz.
- Peki neden?
- Çünkü Tanrı, onurunu sürdürmek için bize öfke verdi.
- Tanrının bize ahlâki değerler verdiğini sanırdım.
- Ahlâki değer hiç yok aslında. Sadece şu var: Benim öfkem seninkini yenebilir mi?



Hikaye; 1954 yılında, Boston açıklarında etrafı kayalıklarla çevrili bir adada bulunan ve suçlu akıl hastalarının kapatıldığı bir akıl hastanesinde 4 gün içinde geçiyor.
Kendi çocuklarını öldürmüş bir psikopat olan Rachel’ın, kaçmanın imkansız olduğu hücresinden geride hiç iz bırakmayarak ortadan yokolması üzerine, polis şefi Teddy (Leonardo DiCaprio) ile yardımcısı Chuck (Mark Ruffalo) adaya gelir ve olayı soruşturmaya başlarlar.
Evet adada her şey tuhaftır..
Mesela hastane ekibi soruşturmaya yardımcı olmak yerine sürekli tuhaf davranışlarla birlikte bilgileri saklar.
Adada yasa dışı tedavi yöntemleriyle akıl hastaları üzerinde deneyler hatta ameliyatlar yapıldığına dair şüpheler gittikçe kuvvetlenir.
Polisler de tuhaftır, anlam veremezsiniz bazı şeylere.
Ve zaten Zindan Adası tam bir kara filmdir.
İlk yarı epey ağır ilerler, adadaki o karanlık kasveti siz de iliklerinize kadar hissedersiniz..
İkinci yarıda tempo gittikçe artar ve ister önceden tahmin edin ister etmeyin şok edici bir finalle sona erer.

Kliniğin doktorunun da dediği gibi: Akıl sağlığı bir seçim değildir. Üstesinden gelmeyi öylece seçemezsiniz.



Ben filmi fazlasıyla beğendim, kuşkusuz okusaydım kitabını daha çok severdim.
İyileşmesi imkansız derin yaralar üzerine..travmalar üzerine..
kabullenilemeyen trajediler üzerine..
kabullenilmediği için yüzleşilemeyen delirten gerçekler üzerine..
kaldıramayacağı kadar büyük acılar karşısında beynin, hükmettiği vücudu korumak için nasıl oyunlar oynadığına..
gerçeği ancak çarpıtarak kabullenebildiğine..
suçluluk duygusuyla ve şiddet dürtüsüyle nasıl başa çıkabildiğine..
bizi kovalayan geçmişimiz üzerine..
gerçekten de yaşamın kıyısına sürüklenen bir adamın beyninin içindeki türlü oyunlara..
paranoyalara..
bilinçdışı akıl durumlarına..
rüyalara..
halüsinasyonlara..
yaralara..ve en nihayetinde tüm bunların çerçevesinde akıl ve delilik kavramlarına dair çok fazla şey söylüyor film.

Film her şeyden önce çok iyi bir karakter yolculuğu.
Ararken kaybolan bir adamın yolculuğu.



Olması gereken son çare, ilk amaç olur. Ve iyileşmesine en büyük engel, yaptığı şeyle yüzleşmeyi reddetmesi. Ürettiği hikayeler, gerçeği görmesini engeller.

Sonu bilinen bir romandan uyarlanması veya dikkatli bir izleyicinin filmin ilk yarısında sonunu çözmesi, bu filmden alacağınız zevki azaltmıyor bence. Çünkü Scorsese’nin derdi sinema yapmak.

Bu bir oyun.
Tüm bunlar senin için.
Labirentteki bir sıçansın.




Senaryo ilk önce David Fincher ve Brad Pitt’e götürülmüş fakat ikili başka bir proje üzerinde çalıştığından dolayı kabul etmemiş. Tamam Scorsese ve DiCaprio sağlam bir iş çıkarmış; Scorsese bütün bir filmi ustalıkla yönetmiş ve DiCaprio da resmen oyunculuk konusunda döktürmüş bu filmde ama insan ister istemez merak da ediyor ya filmi onlardan izleseydik nasıl olurdu acaba diye..

DiCaprio, kariyeri boyunca hem fiziksel hem de duygusal anlamda en zorlayan filmin Zindan Adası olduğunu söylemiş.
Scorsese ve tüm ekip o döneme ait kara filmleri izlemiş, akıl hastaneleri üzerine de Frederick Wiseman’ın 1967 tarihli belgeseli “Titicut Follies”i rehber edinmişler. Sözkonusu belgesel; Massachusettes Islah Enstitüsü’nde suçlu akıl hastaları üzerinde uygulanan insanlık dışı ve iç parçalayıcı tedavi yöntemlerini, çarpıcı bir şekilde (hastaların çırılçıplak soyulup hücrelerine zincirlenmeleri, zorla yemek yedirilmeleri gibi) anlatan en iyi belgesellerden.


İşin güzelliği de burada. Deliler, bu tür deneyler için en uygun kişilerdir. Çünkü konuşurlar ama kimse onları dinlemez. İnsanlar sana deli olduğunu söyler. Sen aksini iddia ettiğinde de sana katılırlar. Adın bir kez deliye çıktı mı yaptığın her şey bu deliliğin parçası olarak görülür. Geçmişinde önemli bir olay varsa, bir travma geçirdiysen akıl sağlığını bu yüzden kaybettiğini söylerler...

İşlediği suçun yükünü ve kayıplarının, yitirdiklerinin acısını taşıyamayacak olan beyin, geçmişi tamamen yeniden şekillendirmiştir, ve bu yeni senaryoya aşırı bağlıdır. Öyle ki gerçek hatıralarını neredeyse tamamen silmiştir.. Ama filmin bir yerinde aşağıdaki diyalogla aslında silemediğini de açık eder Teddy:- Acı, vücuda nasıl girer dedektif, biliyor musunuz?
- Nereden yaralandığına mı bağlı?
- Hayır, etle alakası yok. Acıyı beyin kontrol eder. Korkuyu, empatiyi, uykuyu, öfkeyi, açlığı, her şeyi beyin kontrol eder. Peki ya beyni kontrol edebilseydin? Yeniden bir insan yaratırdın. Böylece acı hissetmezdi. Ya da sevgiyi, şefkati.. Hatırası olmadığı için sorgulanamayacak bir insan olurdu.
- Hayır, hiçbir zaman bir insanın tüm hatırası silinemez. Hiçbir zaman.


Filmin görüntü atmosferi müthişti.
Özellikle rüya sahneleri ve geçişler, görsellik açısından büyüleyiciydi.
Halüsinasyon ve rüya sahneleriyle bu adada aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı hissini verirken, alttan alta da gerçek hayatta da, bazen gerçeğin görünenden farklı olduğunu anlatıyordu.
Ve hatta tanıdığımızı sandığımız insanların aslında bambaşka kişiler olabileceğini..

TRAVMA kelimesinin Yunancada YARA kelimesinden geldiğini biliyor muydun?
Peki ya RÜYA kelimesinin Almancada karşılığı nedir?
Travma.
Yaralar canavar yaratabilir.
Ve sen yaralısın !!




- Merak ediyorum da...
- Evet?
- Sence hangisi daha kötü olurdu?
Canavar olarak yaşamak mı...
...yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?