29 Ağustos 2009

İki Yol

.




MAVİ SAKAL - İKİ YOL


Neden soruyorsun Nereye gideyim
İki yol var demiştim
Hangisini seçeyim
Korkma bebeğim hepsinin sonu aynı
Çok yukarlarda biri mumları yaktı


Neden soruyorsun Nereye gidiyorum
İki yol var demiştim Birinden gidiyorum
Gözyaşları bebeğim hepsinin sonu aynı
Birinin eksiği birinin fazlası


Birden bire boşalan yolların ortasındayım
Hedefler hep çok çok kolay olmuştu
Nereye nereye gideyim
Nereye nereye nereye gideyim


Korkma bebeğim hepsinin sonu aynı
Çok yukarlarda birisi beni aldı
Korkma bebeğim hepsinin sonu aynı
Çok yukarlardan birisi beni aldı

21 Ağustos 2009

Çok Uzaklarda Bir Yaz

.

Heather Nova - Heal


Hani adlarını hatırlamadığımız, bizim için hep “birilerinin arkadaşı” olan insanlar vardır..
Geçmişten bir anıyı hatırladığımızda adı gelmez aklımıza, adı dilimizin ucundadır da işte Ali ile Mustafa’nın arkadaşı.. Cem ile Selim’in arkadaşıdır O.
Mehmet Açarın, Çok Uzaklarda Bir Yaz adlı dördüncü romanında; tüm kitap boyunca adını hiç söylemediği böyle bir anti kahramanın hikayesini, onun kendi ağzından, anılarını hatırlayarak yazması yoluyla bize kadınları, ilişkileri, aşkları, kıskançlığı, acıyı, ayrılmayı, ayrılamamayı, kendine yenilmeyi, vazgeçmeyi, mutsuzluğu, mutluluğu, 70 li 80 li 90 lı yılları, çocukluğunu, gençliğini, aşık oluşunu, egosuna yenilip sevdiği kızı usulca kaybedişini, geri kazanmak için yaptığı mücadeleleri, sönüşü, sevişmeyi, farklı kadınları, farklı ilişkileri, farklı duyguları, yani koskoca bir hayatı anlatıyor..
Fakat daha en başında uyarıyor bizi..
Bir an’ı yaşarken yazmak ile yıllar sonra hatırlayarak yazmak arasındaki farkı sürekli hatırlatıyor size..
Hafızamızın bize yaptığı oyunları, belleğin çok tekinsiz bir coğrafya olduğunu ve geçmişin aslında çok uzak bir ülke olduğunu..
Ve zaten en sonunda da soruyor üstüne bastıra bastıra bize:
“Geçmiş, hatırladıklarımız mı, yoksa gerçekte yaşananlar mı?”


Benim gibi hafıza problemi olan bir insan için bu kitabın apayrı bir önemi var elbette..
Çünkü benim hep kendi kendime kaldığım zamanlarda sorguladığım bazı temel şeyleri sorguluyordu aslında bu kitap da..
Hemen aklıma 2 yazım geliyor bu noktada..
Biri: 2007 nisanında yazdığım Divorce un son paragrafında yazdığım cümle…
Bir diğeri ise benim kendi kendime çok sorduğum bir soru: Ya Öyleyse


Yazarın hafıza, bellek, geçmiş, hatırlama gibi olgular üzerine yaptığı tespitlerin her biri aforizma niteliğinde benim için ve ben de bu aforizmaları daha sonra farklı yazılar olarak paylaşmak istiyorum mutlaka sizinle..


Hep doğru zamanlarda doğru kitaplar çıkar karşıma..
Sakın Kımıldama ve Anna Karenina kitaplarının hayatıma girdikleri zamanlar hep en doğru zamanlar olmuştur pek çok şeyi çözebilmem ve adlandırabilmem için..
Çok Uzaklarda Bir Yaz da böyle oldu..
Benim gibi ilişki fakiri birinin anlayamadığı, çözemediği, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremediği, karar verse de uygulamada zorlandığı ve bu yüzden en katlanamadığı şey olan belirsizliği yaşadığı ve hep yaşadıklarından uzaklaşıp bir de uzaktan bakmaya çalıştığı bir dönemde geldi girdi hayatıma kitap..
Kendime yaşgünü armağanı olarak seçmiştim bu yıl..
Ne doğru bir seçim yapmışım..


Okuduğum en samimi kitap bu sanırım bir erkeğin ağzından..
Erkeklerin anlayamadığımız soğukluklarının, ilgisizliklerinin ardında yatan düşüncelerden tutun da, iki tarafın da birbirini çok sevdiği ve kaybetmek istemediği dönemlerde bile birbirlerinden ne kadar farklı yaşadıklarını aynı ilişkiyi, zincirlerin nerelerde koptuğunu, geri dönüşü olmayan sokakları, hepsini öyle sade bir dille anlatmış ki..
Sanki uzunca yazılmış bir blog yazısı gibiydi kitap adeta..
sade.. sıcak.. samimi ..


Kitap hakkında aslında söylemek istediğim çok şey var..
Ama ben onun yerine son cümle olarak şunu söylemek istiyorum: Farklı türde ilişkileri, bir aşk ilişkisinde yaşanan süreçleri, kavşakları, ve kadın ile erkeğin iç dünyalarındaki farklılıkları bikaç günde elinizden hiç bırakamayacağınız bir kitapla anlamak istiyorsanız, bir gün bile kaybetmeden, daha bugün gidip alın bu kitabı.. ve su gibi akıp giden bu anılar deryasında kendinizden pek çok şey bulun.. ve karşınızdakinden bulamadıklarınızı da..


Kitapta pek çok satırın altını çizdim.. Ve ben dayanamayarak şimdi araya fazla girmeden bu adsız kahramanımızın aşık olduğu kadını, ilişkilerinin süreçleri dahilinde anlattığı bölümlerden bir derleme yapayım istiyorum.. Bundan sonraki bölüm romanın konusu ve içeriği hakkında fazlasıyla bilgi içerir.. Kitabı alıp okumak isteyenlerin okumalarına pek gerek yoktur :)

 

“1984 sonbaharında, onu etkilemek için elimden gelen her şeyi yapmaya hazır “salak bir oğlan çocuğu”ndan farksızdım ama onun içtenliği ve dürüstlüğü beni de kısa süre içinde olumlu yönde değiştirecekti. İlk görüşmelerimizden itibaren benimle konuşmaktan hoşlandığını belirtmekten kaçınmaz, “Bu çok farklı bir yaklaşım”, “Senin çok farklı bir zekan var”, “Hiç böyle düşünmemiştim” gibi cümleler kurarak beni kendimden geçirirdi. O ilk zamanlarda, Nilüfer’in kendine ait duygusal bir dünyada, insanların kötücül niyetlerinden habersiz yaşayan, iyi kalplı saf bir melek olduğunu düşünür, bu düşüncelerimi onunla paylaştığımda şirin bir çocuk gibi gülümseyip, tatlı tatlı bana baktığını görürdüm.
O yıllarda kitap okurken, birşeyler öğrenmeye, yazmaya ya da üretmeye çalışırken bunların kısa yada uzun vadede bir işe yarayacağını, bana entelektüel bir güç sağlayacağını ümit ederdim. Onunsa bu tür hesaplarla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını gözlemledikçe ona karşı hayranlığım ve sevgim daha da artıyordu. Nilüfer’in Suç ve Cezayı okurken tüm kalbini Dostoyevskiye açmış olduğunu ve bu sayede benden çok derin bir biçimde satırların altında yatan anlamla buluştuğunu ve karakterlerle adeta birebir ilişkiler kurabildiğini fark etmiştim. Okurken algısının kapılarını sonuna kadar açabiliyor ve birçok metinle benim kuramadığım derinlikli ilişkiler kurmayı başarıyordu. Öte yandan, o da benim yaklaşımlarıma hayranlık duyduğunu söylüyor, analitik ve farklı bir zekam olduğunu vurguluyordu.
Nilüferin karşısında neysem o olmam gerekiyordu çünkü o öyle davranıyordu.”






İşte aşık olduğu kadını ilk tanıdığı zamanlarda bu şekilde anlatıyor kahramanımız..
İlk önce O, kızdan etkilenir, uzun zaman dillendiremez ve iç dünyasında hislerini giderek büyütür. Çok iyi arkadaş olup neredeyse tüm vakitlerini birlikte geçirirler. Kahramanımız kıza iyice tutulur. Aşkının artık doruğa çıktığı bir zaman Nilüfere söyler. Nilüfer reddeder. Arkadaş kalmak yetiyordur kıza. Ve adam birden gider ! bu gidişin ardından Nilüfer aslında onun hayatına ne kadar çok yerleştiğiyle yüzleşir. Onu asla kaybetmek istemediğini anlar. İster sevgili ister arkadaş ne olursa olsun hayatında kalmasını ister. Her şeye razıdır, yeter ki kaybetmesin. Ve kahramanımızı arar. Böylece artık “sevgili” oldukları dönem başlar..



“Nilüferin “sen ne yaparsan yap, ne dersen de, ben seni kaybetmek istemiyorum, bu arkadaşlık benim için çok değerli” anlamına gelen açıklamalar yapmasından sonra benim için gerçekten konforlu bir süreç başlamıştı. Her şeyini kaybetmiş bir aşığın rahatlığı vardı üzerimde. Her an gitmeye, her şeyi bırakmaya hazırdım. Onun istediği arkadaşlığa karşıysa gönülsüz ve kayıtsızdım.
Nilüfer sürprizlerle dolu biriydi ve asıl önemlisi, böyle olduğunun farkında bile değildi. O masum, çocuksu bakışlarıyla yalansız dolansız bir melekten farksızdı benim için.
Duyguların saklanmasına değil, hemen belli edilmesine alışmış biriydi..
Ben daha ilk anlardan itibaren Nilüferi bir ömür boyu yanımda istediğimi biliyor ama onu kaybetmekten korkuyordum. Nilüfer ise onu yeterince sevmediğimi düşünüyor, bana bağlanmaktan ve daha çok aşık olmaktan korkuyordu.


Ben uzun soluklu bir maratona hazırlanır gibi, sakin olmak istiyor; kendimi, duygularımı ve hatta Nilüfer’in tutkusunu dahi gemlemeye çalışıyor, bizi bekleyen geleceğe odaklanıyordum. Bu ilk döneme, gelecekte yaşanacak büyük bir aşkın; huzurlu, kalıcı bir ilişkinin temelinin atılacağı bir geçiş süreci olarak bakıyordum. Nilüfer ise bırakın geleceği, bir sonraki günü bile düşünmüyor, aşkını tutkusunu şimdiki zamanın içinde bütün yoğunluğuyla hiç bastırmadan yaşamak istiyordu. Nilüfer sayesinde bir ilişki sırasında sevmenin, aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu ilk kez anlıyor, yıllardır benim adına aşk dediğim şeyin sadece idealize edilmiş bir hayale ulaşma özlemi olduğunu görebiliyordum. Nilüfer kadınlara karşı duygularımın geçmişte bir yerlerde kilitlenip kaldığını, beni çözmekte çok zorlandığını, benim yüzümden bu aşkın tadını çıkartamadığını söylüyordu.
Bazen bana tatlı tatlı küser, uzun uzun sitem ederdi. Bir gün yine bana sitem ederken: “İyi ama ben sana çok aşığım.” dediğimde, dudak büküp, “Sen aşktan ne anlarsın ki? Aşk senin için, güzel bulduğun bir kızı elde etme tutkusundan başka ne ki, söyler misin?” deyince cevap vermekte zorlanmıştım. bir an aynada kendimi görür gibi olmuştum.
Bana tatlı bir huzur ve rehavet hissi veren sınırsız şefkatiyle beni her geçen gün biraz daha şımartıyor, sürekli hediyeler alıyor, küçük hoş sürprizler yapıyor, hayatımızı sürekli renklendiriyor ve güzelleştiriyordu. Öyle ki benim bir şey yapmama gerek yok diye düşünüyor, kendimi ona ve onun sevgisinin yumuşak kucağına bırakmam yetiyordu.
Nilüfer çabuk kırılır, çabuk tepki gösterir ve aniden içe kapanıp küserdi. Sorun mutlaka benim bir duyarsızlığımdan kaynaklanırdı.
Bir keresinde Bebek’te caddede yürürken çabuk davranmış, onun da yanımdan geldiğini düşünerek karşıya geçmiştim. Uzunca bir süre hiç geçmeden bekledikten sonra bana hiç bakmadan başını çevirip yürüyüp gitmişti. Peşinden koşmuş, kendimi affettirmek için diller dökmüştüm. “Bu basit bir şey gibi görünüyor ama değil” deyip durmuştu. Bencilliğimden, benmerkezciliğimden şikayetçiydi. Değişmek için çabaladığımı söylediğimde, “Aşık olan bir insan niye çabalasın ki, her şey içinden gelir.” demişti. !!!


İlişkimiz benim için bir tür duygusal eğitim gibiydi. Nilüfer sayesinde kadınları daha iyi tanıyor, bir ilişkinin nasıl sürdürülmesi gerektiğini öğreniyordum. Nilüfer benim yıllar sonra kavrayacağım bir şeyi, yani bir insanın devrimi önce kendi zihninde yapması gerektiğini, sezgisel olarak çözmüştü. Bu konuda beni ne kadar derinden etkilediğini ve düşüncelerimi ne kadar çok değiştirdiğini anlamam için daha çok vakit geçmesi gerekiyordu. İlişki sırasında bunların farkında değildim. Kaldı ki, bana olan aşkının verdiği özgüven nedeniyle kendimi ve düşüncelerimi çok fazla sorgulamıyordum.


Şimdi düşünüyorum da, gerçekten aşıktık birbirimize. Nilüfer içtenliği ve dürüstlüğüyle hem benimle hem kendisiyle çatışıyor, uç noktalarda dolaşmaktan çekinmiyordu. Basit şeyler için benimle tartışıyor, küsüyor, naz ve kapris yapıyor, telefonlarıma çıkmıyor ama sonra gecenin bir yarısı arıyor, beni çok sevdiğini, bütün bunların aşktan kaynaklandığını söylüyor ve beni genelde hep aynı nedenlerle eleştiriyordu. Çok kontrollü davrandığımı, kendimi aşka ve tutkuya bir türlü bırakamadığımı söylüyordu. İlk başta beni korkutan bu hallerine giderek alışmış, onun bana olan tutkusunu çok sever hale gelmiştim. Ne var ki, Nilüfere ne kadar aşık olduğumu ve onu ne kadar çok sevdiğimi söylemem, onu her zaman sakinleştirmezdi.”


Evet kahramanımız çok sevilmenin ve önemsenmenin yarattığı müthiş ego tatmini dolayısıyla, Nilüferi gerçekten çok sevse de, onu kaybetmemek için bir çaba harcamamakta, sadece sözlerle onu çok sevdiğini dile getirmektedir. Oysa Nilüfer ona duyarsızlıkları sebebiyle ne kadar çok kırıldığını defalarca dile getirmekte, ama bunun karşılığında bir özür ve sevgi sözcükleri duyup davranışsal olarak hiçbir düzelme olmamaktadır.
Ve bir gün yine kahramanımızın duyarsız bir davranışı sonucunda Nilüfer artık o keskin virajı döner.. aylardır yaşadığı o büyük tutkuyu aşkı dizginler ve usulca uzaklaşmaya başlar sevdiğinden.. dibe vurmuştur, fazlasıyla kırılmış, çabalamış ama hiçbirşeyi değiştirememiştir. Karşısında onu çok sevdiğini aşık olduğunu söyleyen bir adam vardır ama sözleriyle davranışları tutmuyordur.. içinden usulca vazgeçmeye başlar..
Kahramanımız durumu anlar.. Onu bu kez gerçekten kaybetmeye başladığını anlar.. Ve uzun bir mücadele, geri kazanma savaşını başlatır.

“Kimileri ilişkilerin iki devresinden söz eder. İlk devre her şey güzeldir, ikinci devredeyse düşüş başlar. Haklı olabilirle ama aşk dediğimiz şey, bazen ilişkinin gidişatından bağımsız çok daha karmaşık bir süreçtir. Aşka, özünde bir hastalık olarak bakarsak, Nilüfer üç ayda şiddetli ve ateşli bir nöbet geçirdikten sonra iyileşip ayağa kalkmış ve aramızda yaşanan şeyi bir kadın-erkek ilişkisine çevirmeyi başarmıştı. Benim aşkımsa çok derinlerde, kimsenin farkında olmadığı tehlikeli bir hastalık gibi ağır ağır büyümeye devam ediyordu. Nilüfer iyileşip normal bir insana dönerken, ben giderek daha çok acı çeken bir aşığa dönüşüyordum.
İlişkimiz devam ediyor ama kaldığı yerden değil, daha başka bir yerden. Çok istememe rağmen bir daha asla o üç aya dönemiyoruz. Her şeyi deniyorum, daha çok sevmeyi, daha fazla üstüne düşmeyi ama olmuyor, Nilüferin aşk hastalığı geri gelmiyor. Benimkisi ise ilerledikçe ilerliyor.”


Evet sevdiği kadını kaybettikten sonra anlayan kahramanımız ve Nilüfer arasında daha uzun yıllar şekilden şekle girerek devam ediyor iletişimleri.. ama bir daha asla o güzel “sevgililik” dönemini yaşayamıyorlar. Ve sadece yıpranış oluyor geride kalan yıllar..
Kendimi durdurmazsam kitabın daha pek çok yerini yazacağım sanırım.. ama daha ne çok yer var paylaşmak istediğim of.
En iyisi şu hoş tespitle bitireyim artık. Hala kitabı ilgi çekici bulmayan varsa da onlara yapacak bişi yok diyorum. Hemen alın okuyun bu kitabı :)

“İlk zamanlar güzelliğine, dinginliğine ve o her şeyi anlayacak kadar duyarlı duran yüz ifadesine kapılıp gitmiştim. Başlangıçta, çocukken bol miktarda seyretmek zorunda kaldığım eski Hollywood ve Yeşilçam filmlerindeki o güzel, iyi kalpli, melek gibi kızlardan farksızdı. Filmlerde erkekler böyle bir meleğin sevgisini bir kez kazanırlarsa, asla kaybetmiyorlar, bu melek gibi kızlar ne yaparsanız yapın size hep aşık kalıyorlardı. Oysa Nilüfer o meleklerden biri değildi ve bir melek olmamakta çok haklıydı. Onu bir melek olmadığı için suçlayamazdım. Bunu yapmak için çok geç kalmıştım.”

17 Ağustos 2009

Bir Zamanlar

.
Dikkat bu yazı Once filmi hakkında spoiler içerir :)
.


Glen Hansard & Markéta Irglová - If You Want Me


şubat ayının başlarında izlediğimde bu filmi; “gece Once ı izledim, insanın içine kocaman umutlar bırakan küçücük bir film gibiydi, biri bana da gitar çalsın istedim, çalsın ki umutlarım büyüsün aşka dair istedim..” diye yazmışım tek cümle günlüğüme..


hakikaten de öyle..
usulca bir sevgi, usulca bir paylaşım dolu film..
şiddetten, sarsıntılardan, savrulmalardan, tutkudan, şehvetten, oyunlardan uzak..

hayaller ve umutlar ve yumuşacık, zarar vermeyen, elde etmeyen, sahiplenmeyen bir sevgi anlatılıyor her karesinde..
hüznün içinde umudu barındıran, umudun içinde hüznü barındıran tuhaf bir yapısı var..


sanki asla toparlanmayacak, çıkışı olmayan, sonuna kadar böyle devam edeceğini düşündüğünüz hayatlar vardır hani..
maddi koşulların yetersizliği sebebiyle ulaşılması güç hayallerle yaşanır hani..
sanki o maddi koşulların yarattığı çıkışsızlık hiç bitmeyecektir ve kahramanlar sadece hayal kurmakla yetinecektir dersiniz..
ve bunu içinizde tuhaf bir hüzünle hissedersiniz..
işte öyle bir şey bu film..
sanki tutunamayanlardan farklı kesitler gibi ..


buna rağmen o insanların yaşadığı küçük mutluluklar içinizi ısıtıyor..
çünkü onların hayalleri kocaman ama beklentileri küçük bu hayattan..
bu yüzden küçücük şeylerden mutlu olabiliyorlar..
pek çoğumuzdan daha mutlu..


filmin senaryosundan daha da çok müzikleri ses getiriyor..
zaten kadınla adamı da bir araya müzik getiriyor..
onlar birbirlerine sığınıyorlar aslında..
dedim ya hani içinde tutkunun ve aşkın olmadığı bir usul sevgi var onların gözlerinde yüreklerinde birbirlerine karşı..
ve tutunma hayatın karşısında..
samimiler, yaralanmışlar fazlasıyla hayattan, yorgunlar ikisi de..
biri İrlandalı biri Çek, ikisi de yoksul..
hayalleri ve umutları hiç tükenmiyor, beklentileri hiç oluşmuyor..
ve film sonuna kadar savaşmayı ve hayallerden vazgeçmemeyi anlatıyor..


ben filmin sonunda hüzünlendim..
herkes kendi ait oldukları hayatlarına döndü..
nasıl usulca tuttuysalar ellerini öyle usulca bıraktılar..
onlar geride tatlı bir yaşanmışlık bıraktılarsa da bundan sonra hayatlarına ayrı ayrı devam edecek olmaları hüzünlendirdi beni..
gülümseyen bir hüzün ama :) ilginç değil mi..


Bir Zamanlar..
Yönetmenin John Carney nin ilk filmi..

biraz yavan, coşkudan uzak hayatları anlattığı, senaryosundaki pek çok eksiği müzikle kapattığı bir film..


Filmin sonunda;
Adam kendi hayallerinin peşinde albüm yapmak için ayrılırken kentten, tüm parasını harcayarak kadına da en büyük hayalini armağan ediyor...

bir piyano..
Kadın pencere kenarında piyanoyu çalarken tarifsiz akıtıyor mutluluğunu..
Ve Adamın tren istasyonuna giderken yüzünde hüzünlü mutluluk..


Bazı hikayeler böyledir..
Usulca başlar.. usulca biter.. savurmaz, kanatmaz, yaralamaz..
Aşk ve tutku değil.. huzur ve sevgidir yaşanan..
Sonu hep umutla biter..




13 Ağustos 2009

33

.
.


JOE BEATS - COXCOMB RED

.
.
Bugün benim Yaşgünüm..
tek istediğim şey Dans Etmek Gözlerimi Kapatıp..
Usulca salınmak Karanlığın içinde,
İçimdeki müzikle..
.
.