30 Kasım 2008



Hepimiz her gün hiç durmadan yeni bir şeyler öğreniyoruz..
yeni şeyler katıyoruz hayatımıza..
hayata baktığımız pencerelerimizi güzelleştiriyoruz bazen..
bazense perdelerini kapatıyoruz..
hiç bitmeyecek bu devinim..
gün be gün..
an be an..
öğreneceğiz..
değişeceğiz..
Bazen uzun yıllarda öğrenemediklerimizi bikaç günde öğreniveririz..

artık algılayabilecek olgunluğa eriştiğimizden mi, yoksa kapalı gözlerimizi açtığımızdan mı bilmiyorum..
Ama işte bir an geliyor..

bir an..
sanki yıllardır bunu öğrenebilmek için hazırmışsın gibi dikiliveriyorsun yüzleşmen gereken şeylerin karşısına..


Birkaç gündür zor zamanlar geçirdim..
Zorluklara alışığım bu yüzden deviremedi beni..
değil devirmek tökezlettiremedi bile..
bunun en büyük sebebi ailemin verdiği destek kuşkusuz..
Ve daha tökezlemeden koluma giren arkadaşlarım..


Evet sürekli bir şeyler öğrenip değişiriz..
ama ben sadece dün bir günde.. bir gecede öğrendiklerimi yazmak istiyorum şu anda..


• ailemin ne olursa olsun benim yanımda olacağını öğrendim.. ne olursa olsun.. bu benim için çok önemli bir kavram..

• kibrin ancak ve ancak gururlu bir erkeğin üzerinde sırıtmayabileceğini, bir erkeğin hem gurursuz hem de kibirli olduğunda aslında ne kadar zavallı olduğunu gördüm..

• yıllardır sadece kendi yazdığım bir hikayenin içinde savrulup durduğumu, ortada aslında bir başkası ile paylaştığım bir hikaye bile olmadığını gördüm..

• karşımdakinin son kozunu nihayet ortaya sürmesinin, beni yenmesine değil yenilmesine sebep olduğunu.. oyunun sonucunun elinde kalan son koza değil, bütün bir el boyunca nasıl oynadığına bağlı olduğunu gördüm..

• bir insanın önemsiz küçük ama çokça söylediği yalanları, onu rencide etmemek için yutmuş gibi yapıyorsan yıllarca, bunun o insanı sadece içi boş bir şişe haline getirdiğini, bir gün şişenin kapağını açınca içinde bir damla bile su kalmadığını öğrendim..

• havlayan köpeklerin bir gün ısırabileceğini, ama daha önceden kuduz aşısı yaptırdıysan sana zarar veremeyeceğini öğrendim..

• bir yandan kendisi de mükemmelmiş hayatı da mükemmelmiş gibi göstermeye çalışan, küçük dağları ben yarattım havasındaki insanların, 3 kuruş para için nasıl da duygu sömürüleri yapabildiğini öğrendim..

• “herkesin onu iyi bilmesi” takıntısının, takıntıdan da öte hastalığının asla iyileşmediğini, bir kişinin bile onun aslında iyi biri olmadığını anladığı anda nasıl saldırganlaştığını gördüm..

• kendi değerleri olmayan insanların, ancak başkalarını aşağılayarak kendilerini değerli hissedebildiklerini, ve bu şekilde etraflarının da onları değerli insanlar olarak göreceklerini zannettiklerini öğrendim..

• öfkenin en çok sahibine zarar verebileceğini öğrendim..

• Mehmet’in de dediği gibi "10 Numara bir hayatım" olduğunu gördüm.. birlikte gülüp ağlayabildiğim, her şeyimi paylaşabildiğim ve hayatımı kaplayan, canımdan çok sevdiğim kocaman bir kızım, ben dünyanın en kötü şeyini bile yapsam, dünyanın en kötü insanı bile olsam, ne olursa olsun yanımda olduklarına artık emin olduğum bir ailem, bana her zaman sarılabilen hem destek hem akıl veren kardeşim, “sen her şeyin en güzelini hak ediyorsun fatoş abla” diyen Gizemim, beni gerçekten seven ve çok şeyler katan, içi boş olmayan dopdolu, adam gibi, gerektiğinde bir omuz, gerektiğinde güldürme makinesi, gerektiğinde sıcacık bir el olan arkadaşlarım, kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üstünde durabilen, evine de kızına da bakabilen güçlü kişiliğim ile ben, benim çok zengin bir kadın olduğumu öğrendim..



Evet yorgunum ben..
çok yorgunum..
Ama şimdi arınma ve özgürlük zamanı…
Bütün bir kabus asıl şimdi gerçekten sona erdi benim için..
Ve ben hayatıma girmiş çıkmış herkesten asıl şimdi arınmaya başladım..
Bütün kirlerimden ve bütün geçmişimden, almam gerekeni aldım, erittim içimde..
Şimdi değişmiş ve biraz daha büyümüş olarak yepyeni bir yolda yürüyorum..
geride bıraktığım ve kapattığım bir kitabın hayalet kahramanları, lütfen artık benden gerçekten uzak durun ve rahat bırakın..

(FARID FARJAD - ROBABEH JAAN)

24 Kasım 2008




 Beseech - Little Demonchild


Aslında daha filmin başında belli ediyordu saldıracağı şeyleri yönetmen..
Bir sürü saat ve bir sürü porselen bebek biblolarının yüzleri ve insanı rahatsız eden saat tiktakları ile başlıyor film..
Kurulu bir düzen içinde maskeleşmiş, ifadeleri donuklaşmış ve tek tip bir yaşam profilindeki insanlara, her gün aynı saatte aynı şeyleri yaparken saatten farkı kalmayan yaşamlarımıza..
Duygularımızı bastırmayı öğrendiğimiz, bastırdığımız, ne yaşarsak yaşayalım yüzümüzde aynı ifade ile dolaşıp durduğumuz yaşamlarımıza..
...
Tüm bunlar sadece filmin bu başlangıç karesinde suratında bir tokat gibi patlıyor insanın..
Ardından tecavüz suçundan hüküm giymiş bir mahkumun hapisten çıkışını ve evine geri dönüşünü izliyorsunuz haberlerden..
Kurulu düzen içinde hiçbir sürprize yer bırakmadan akıp giden yaşamlarını tehdit eden bu eski suçlunun o kasaba sakinlerinin üzerinde yol açtığı baskıyı ve korkuyu ve endişeyi izliyorsunuz röportajlardan..



Sonra yemyeşil huzur verici bir çocuk parkı.. Duvarlarla ve kapı ile kapalı.. Yani bizim çocuk bahçelerimiz gibi açıkta ve cadde dibinde değil.. Çocuğun salıncaktan inip caddeye fırlama ihtimali yok..
Bir sarışın, bir esmer ve bir kızılkumral kadın.. "anne-kadın".. konuşuyorlar..
Onlardan ayrı bir bankta Sarah, yüzünde olabildiğinde umutsuz ve hayattan vazgeçmiş bir ifade ile, aralarına katılmadığı diğer 3 kadını dinliyor..
Film süresince sık sık devreye giren dış ses anlatımı ile ilk burada tanışıyorsunuz:
“Umutsuzluğunu gizlemek için kibarca gülümsüyordu..
Sarah kendine bir antropolojist gibi düşünmesi gerektiğini hatırlattı..
O, kenar mahallelerde oturan zor kadınların davranışlarını araştırırdı..
Kendisi, tipik bir kenar mahalle kadını değildi..”


O sırada 3 kadının arasındaki diyalogu duymaya başlıyorsunuz:

Kızıl-kumral kadın: Paul ve ben geçen gece sevişiyorduk ve ben tam ortasında uyuyakaldım.
Esmer kadın: Olur böyle şeyler.. 
Kızıl-kumral kadın: Sanırım.. Uyandığımda özür diledim. “fark etmedim bile” dedi.Sarışın kadın: Ne yapmalısın biliyor musun? Bunun için bir zaman belirle. Lewis ve ben böyle yapıyoruz. Her Salı akşamı 9’da.


Film aynı anda öyle çok konuya birden giriyor.. öyle çok konuya birden saldırıyor ki..
İçinde pek çok ayrı film barındıran bir film gibi olmuş..



Ana konu bir aldatma ve belki de aşk?! olsa da..
Bunun etrafında; dışarıdan normal ve güzel görünen aile hayatlarının aslında nasıl da içi boş kurumlar olduğunu, yine dışarıdan normal görünen insanların içlerinde barındırdığı cinsel sapkınlıklarını, içlerinde kendi boşluklarını dolduramamış ebeveynlerin kendileri ile uğraşırken ihmal ettikleri çocuklarını, eski bir tecavüz suçlusu ile aynı mahallede yaşamanın ne demek olduğunu, oğlu en kötü suçlulardan biri ve bir sapık bile olsa bir annenin çocuğunu nasıl sevdiğini, keskin katı kuralları ve yargılama üzerine kurulu komşuluk-arkadaşlık ilişkilerini..

Evet öyle çok şeyi anlatıyor ki film..

Filmin orijinal adı: Little Children
Türkçeye Tutku Oyunları olarak çevirseler de ben bu film için orijinal adına sadık kalınması gerektiğini ve filmin adının “Büyüyemeyen Çocuklar” olması gerektiğini düşünüyorum..
Çünkü başroldeki iki kahramanımız da “Büyüyememiş 2 Çocuk”..
İkisinin de geçimini eşleri sağlıyor.. Dolayısıyla evlerinin yani yuvalarının sorumluluğunu da eşler üstlenmiş..
İkisi de akademi bitirmişler ama hayattan ne istediklerini henüz bulamamışlar ve öylece geçirip gidiyorlar zamanlarını..
Çocuk yetiştirdiklerini zannedip sadece çocuk bakıyorlar aslında..
Dedim ya onlar henüz kendileri de büyüyememiş 2 çocuk..
Ve bu yüzden birbirlerine aşık oluyorlar..



Öte yandan, Sarahın kocası ne kadar tanıdık bir tipleme.. Dışarıdan iyi görünen, evinin geçimini sağlayan, içkisi kumarı olmayan bir aile babası görünümünde.. Ama işin özünde; bolca atıp tutan, internette porno siteleriyle zaman geçirip mastürbasyon yapan, hatta oradaki kadınlara aşık olup onların donlarını satın alan ve ailesiyle aslında gerçekte hiç zaman geçirmeyen bir koca.. bir baba..

Öte yandan, Todd'un güzel ve güçlü karısı.. Üzerindeki sorumluluklardan ve yorucu işinden kocasıyla ilgilenmeye enerji bulamayan ve kocasının yıllardır baro sınavını geçip iş güç sahibi olacağı hayalini kuran zavallı eş..



Hal böyle olunca eşleri çalışırken bizim 'Sarah ve minik kızı' ile 'Todd ve minik oğlu'; tüm günlerini çocuk parkında veya şehirdeki büyük yüzme havuzunda birlikte geçiriyorlar..

Bir yandan da Todd, şu parktaki 3 kadınının, üçünün de fantezi dünyalarının kahramanı.. Üçü de ağızlarından sular akıtarak izliyorlar adamı ve bunu birbirlerinden saklamıyorlar da.. Üçü de itiraf ediyor Todd'un onlar üzerinde gerginliğe sebep olduğunu.. Çünkü sabahları kalktıklarında o gün ne giyeceklerini düşünüyorlar, parka makyaj yapıp geliyorlar.. Yorucu bir iş bu..
Fakat hiçbiri Todd ile tanışmaya veya konuşmaya cesaret dahi edemiyor.. Ve sadece fantaziler üretip hayal kurdukları için, gerçekte hiç bir şey yapmadıkları için, yani ortada fiziksel bi aldatma olmadığı için normaller?!?!?
Ve Sapık..
Hasta olduğunu kabul eden, bu durumdan rahatsız olan, ama yine de kendine engel olamayan sapık.. Nasıl da iyi bir oyunculuk vardı ortada. Böyle zor bir rolü üstün bir başarıyla gerçekleştirdiğini düşünüyorum.. Toplumdan nasıl soyutlandığını, paronaya seviyesinde yaşayan bir halkı, havuz sahnesinde nasıl da iyi anlatmış yönetmen..
Ve sapığımızın annesi.. Nasıl içi acıyor insanın.. Ne olursa olsun, sapık bile olsa onun onu seven bir annesi var.. Ve dünyaya karşı oğlunu savunmaya çalışışı da içini acıtıyor işte insanın..
Hem şunu düşünüyor insan: bugün bir kaşık suda boğmak istediğimiz, asmak istediğimiz pek çok insan da bir zamanlar çocuktular, nasıl bu hale geldiler şimdi??
Hem de şunu düşünüyor: annelik, ne olursa olsun yavrusunu sevmek değil mi??..
Çok zor ikilemler.. yüzleşmesi de çok zor, dile getirmesi de..



Film pek çok konuya değiniyor, saldırıyor, ve çok şeyi de yeniden düşünmemizi sağlıyor..
Final sahnesini de ben ayrıca çok beğendim..
Sapığımızın Annesi öldükten sonra kendini kaybedişini ve evdeki tüm bebek bibloları ile saatleri kırdığı sahne çok çok iyiydi bence.. Annesi ölmüştü.. Gerçekten bu dünya üzerinde onu Tek seven insan yoktu artık..
Büyüyemeyen çocuk kahramanlarımızdan Todd'un kaçmak üzere evden çıktıktan sonra kaykay macerası ve sakatlanışı da öyle çok şey anlatıyordu ki..
Ve ona güvenerek yola çıkan Sarah'ın kızını kaybettiği o kısacık an içinde yüzleştiği şeyler..
Ve cinsel organını kesip kendince kurtulan sapık..
Sapığı hastaneye yetiştirmeye çalışan eski polis memuru..
Ve en nihayetinde yemyeşil bir çocuk parkında gecenin karanlığında sallanan iki boş salıncak..

11 Kasım 2008

.


(ANITA LANE - DO THE KAMASUTRA)


“Pancar sebzelerin en keskinidir. Turp, elbette ki daha ateşlidir, ama turpun ateşi soğuk bir ateştir. Hoşnutsuzluğun ateşidir, yoksa ihtirasın değil. Domates, doğrusu şehvetlidir. Fakat onda da bir sualtı akıntısı halinde uçarılığı, havailiği sezersiniz hep. Pancarlar ise korkunç ciddidir.
Slav halkı, fiziksel özelliklerini patatesten, için için kaynamalarını turptan, ciddiliklerini ise pancardan almıştır.
Pancar aslında melankolik bir sebzedir. Istırap çekmeye onun kadar isteklisi yoktur. Örneğin insan şalgamı ne kadar sıksa, kanatamaz…
Pancar tıpkı suç yerine geri dönen katile benzer. Vişnenin havuçla işi bittiğinde ortaya çıkan şeydir pancar. Sonbahar mehtabının kuşaklar önceki, sakallı-bıyıklı, çoktan gömülmüş atasıdır. Fosilleşmesine ramak kalmış! Karaya oturmuş ay-gemisinin plazma damarlarıyla dikilmiş koyu yeşil yelkeni; bir zamanlar ayı yeryüzüne bağlayan uçurtma sicimi, şimdi çamurlu bir bıyığa dönmüş, yerkürenin derinliklerinde yakut bulmak amacıyla kazıya girişmiş.
Tabii damarlarından kan yerine şekerli su akıtan beyaz pancarlar da vardır, ama bizim ilgilendiğimiz kırmızı pancardır.
Eski bir Ukrayna atasözü vardır: “Pancarla başlayan hikaye şeytanla biter.”
Eh, o riski göze almak zorundayız artık.”



Böyle bir giriş bölümüyle başlıyor kitap..
ve aynen böyle uçuk betimlemelerle aklınızı başınızdan alarak sürüp gidiyor..
yazarın düş gücüne hayran kalıyorsunuz..
sebzelerden tutun da şehirlere kadar her şey aklınıza gelen her şey hiç aklınıza gelemeyecek betimlemelerle ruh kazanıyor..
sık sık gözlerinizi kapatıp kendinizi bu anlatım diyarını koklarken buluyorsunuz..
kokluyorsunuz ve siz de artık etrafınızdaki pek çok şeye farklı biçimde bakmaya farklı biçimde algılamaya başlıyorsunuz..
bazen hemen gidip bir pancar alıp ona bakmak dokunmak koklamak ve yeniden betimlemek istiyorsunuz..
bazense bir fermuar bulup sanki ilk kez açıyormuşçasına açmak.. 


“Ahh, fermuarlara bayılıyorum. Fermuarlar bana timsahları, ıstakozları, Aztec yılanlarını hatırlatıyor. Keşke pantolonumun birden fazla fermuarı olsaydı… Fermuarlar aynı anda hem ilkel, hem de modern. Senin fermuarın bir bakıma ilkel ve sürüngen, bir bakıma mekanik ve kaygan. Sanayi Devrimi’nin kobra kültüyle buluşması fermuarda oldu, değil mi? Ahh, o küçük zevk timsahları. Öyledir fermuarlar. Seksiler de aynı zamanda.
Düğmeyi ele al… Düğme, resmi ve titizdir. Bir dizi düğmeye baktın mı insanın aklına Victoria çağı gelir.
Ama fermuar.. Fermuar, cennet bahçesindeki yılanın ta kendisidir. Gerçek inanç sahibini o bahçeye sokmak için hazır bekler. Keşke elbiselerime daha çok fermuar diksem. Çabuk ulaşılmayı bekleyen nice duyarlı yerim var, Kertenkele iskeleti gibi baş aşağı sallanan o fermuar başı ! Gündüzleri unutup geceleri iletişim kurduğumuz o hayalet yılan !”



İşte böyle yazar hiçbir şeyden çekinmiyor, çünkü hiçbirşeyi bizim bildiğimiz gibi anlatmıyor..
Ana tema Koku, Parfüm ve Ölümsüzlük..
ana tema etrafında ise bir bütün dünya dönüyor..
doğudan batıya, milattan önceki yıllardan günümüze..


Şimdiye kadar okuduğum en en ilginç kitaptı itiraf ediyorum..
Tom Robbins’in diğer kitapları da böylesine uçarı ve oyunsu bir masalın içindeki bilgelik gibi akıyor mu bilmiyorum ama bir süre dinlendikten sonra kesinlikle diğer kitaplarını da alacağım..
Parfümün Dansı nı, mesela bir önce okuduğum Siyah Süt gibi bi çırpıda bitiremedim..
yordu..
yoruldum..
çünkü her betimlemesinde gözlerimi kapatıp her şeyi ilk kez görüyormuşum gibi düşledim..
tadını çıkara çıkara, zamana ve gecelere yaya yaya okudum..


Pek çok zaman diliminde ve pek çok yerde geçiyor hikayemiz..
önce tüm bunların birbiryle nasıl bütünleşeceğini asla hayal edemiyorsunuz..
milattan önceki zamanlarda yaşayan bir kral (Alobar) ile aşık olduğu kokulara tutkun dul kadın (Kudra) nın hikayesiyle, günümüzün Parisindeki parfüm şirketlerinin ve hatta bir garson kızın hikayelerinin birbirleriyle nasıl buluşacağını asla hayal edemiyorsunuz gerçekten..
kokular her yanda..
her şeyin kokuları uçuşuyor etrafta..
koklamayı bilmek nasıl da önemli oysa..
fakat kitabın sonuna doğru öyle bir bütünleşiyor ki herkes, her şey..
içinize yaşama coşkusu dolmuş bir durumda kapatıyorsunuz kitabın arka kapağını..


Ben kitaptan yine birsürü cümlelerin altını çizdim..
hepsi böyle müthiş akıl karıştıran bir yandan da kışkırtan anlatımlar..
Bu kitabın filmi de çekilse ne harika olurdu diye hayal de kurdum..
Okumayan herkesinnn kesinlikle okumasını arzu ederek ve kitabın arkasındaki yazıyı da buraya alarak ve gülümseyerek bitiriyorum yazımı..



"Oyunculuk uçarılık değil, bilgeliktir.” diyerek çılgınlık derecesinde “oyuncul” romanlar yazan Tom Robbins, bu romanda hayatımızı var eden en temel kavramlar hakkında düşünmeye ve insanın doğayla ilişkisinin kopma sürecinin anlatıldığı düşsel/tarihsel bir yolculuğa çağırıyor bizi.

Batı’dan Doğu’ya, oradan da Yeni Dünya’ya uzanan, ölümsüzlüğü kovalayan ve yüzyıllar süren bir yolculuktur bu. Batı, acı çekmeyi seven, mantığa, bireyciliğe ve üretime tapanların diyarıdır. Doğu, aşka, boş zamana, münzeviliğe, bilinmezliğe hayatında yer veren insanların yaşadığı su ve parfüm diyarıdır. Yeni Dünya’da ise sadece “başarı” ve “hırs” vardır. Yolculuğun en ilginç kişisi ise keçi ayaklı, zevk ve bereket tanrısı Pan’dır. Pan, insanların duyguları ile düşünceleri arasına duvar çekmeleri; yaşamak yerine, cennete kabul edilmek ve doğayı tahakküm altına almak için çalışmaları, dans, müzik ve aşkla ilgilenmek yerine, doğru ve yanlışla uğraşana Aristo, İsa ve Descartes’a inanmaları ile gücünü yitiren bir tanrıdır. Aynı zamanda Bay Mantıksız, Bay İçgüdü, Bay Hayvani Sır, Bay Çingene, Bay Koku, Bay Aydedeye Havlayan, Bay Şaşırtıp Kaçan, Bay Mastürbasyon, Bay İnatçı Güç, Bay Küstahlık, Bay Doğa En İyisini Bilir…dır.


Pan’ın en yakın arkadaşları ise, “insanın kalbiyle yaşamasını” savunan kendi kendinin kralı Alobar ve Kama-Sutra’yı bütün incelikleriyle bilen koku bilgesi Kudra’dır.
Bugün Pan’ın Alobar’ın ve Kudra’nın izleyicileri günahlarından pişman olmayan günahkarlar, inançsızlar, şehvetli kadınlar, müzisyenler, aşıklar, asiler, şairler ve delilerdir.
Bu kitapta hayatlarını bir “deney” olarak yaşayanlar anlatılmaz.
Onların okumalarına da gerek yoktur !...