30 Kasım 2009

.


INCUBUS - LOVE HURTS
.

Sevgili Melih beni 2009 Şubatında ebelemişti ..
Uzun zaman bu eli üzerimde taşıdım ve artık sobeleme vakti geldi deyip bir de üstüne eli başkalarına devretmeye karar verdim..
Aslında pek çok şey gibi Marcel Proust Anketini de Melih’ten öğrendim ilk kez..
Fransız yazar
Marcel Proust (1871-1922) 13 yaşındayken bir ‘hatıra defteri' alıp, içindeki İngilizce soruları cevaplayarak arkadaşı küçük Antoinette Faure'a doğum günü armağanı olarak vermişti. Benzer bir anketi, 20 yaşındayken cevaplamıştı. Bu iki anket o öldükten birkaç yıl sonra yayınlandı, soruların çoğu zaten aynıydı, adı ‘Proust anketi'ne dönüştü ve meşhur oldu.
Günümüzde de Proust Kişilik Testleri olarak pek çok psikoloji danışmanlık merkezlerinde kullanılmaktadır.


Evet bakalım bugün (34 yaşında) iken verdiğim cevaplar nasıl olacak..
7 yıl sonra da tekrar yapmalı :)


Sizi en çok üzecek olay: Ailemden birinin ölmesi veya büyük sağlık problemleri yaşaması.

Nerede yaşamak isterdiniz? Bir sahil kentinde, içi teknolojik bahçeli bir evde.

Yaşayabileceğiniz en mutlu an: Kızımın hayatındaki dönüm noktalarını mutlu yaşayacağı anlar ve Rammsteinin konserini en önden izleyebileceğim an..

Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz? Bana maddi manevi büyük bir kayıp yaşatmayacak hataları..

En sevdiğiniz erkek karakter: Kont Laszlo de Almásy, The English Patient

En sevdiğiniz kadın karakter: Anna Karenina, Clementine Kruczynski (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) ve Ada McGrath (The Piano)

Tarihteki favori kahramanlarınız: Mustafa Kemal Atatürk, Cleopatra

Gerçek hayattaki favori kahramanınız: Maalesef yok..

En sevdiğiniz ressam: Edward Munch, William Bouguereau

En sevdiğiniz müzisyen : Till Lindemann, Farid Farjad

Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik: Her bakımdan birikimli olması, Dürüst olması..
(Hemen bir dipnot: Dürüst olmak demek hiç yalan söylememek değil, özü sözü bir olmak demektir, söyledikleri başka yaptıkları başka olmamaktır.)

Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik: Hayatı sadece annelik ve ev hanımlığı olarak görmeyip bir kadın olduğunun her zaman farkında olarak yaşayabilmesi


En sevdiğiniz erdem: Yargılamamak

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş: Paylaşmak.. (okuduklarımı, izlediklerimi, dinlediklerimi, görüntülediklerimi, düşüncelerimi) ve İnsanları Dinleyip gözlemlemek.

Kimin yerinde olmak isterdiniz? Kendimin ama belki biraz daha genç.. yapmak istediğim öyle çok şey var ki, geç kaldığım, yetiştiremeyeceğim öyle çok şey..

Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını isterdiniz? Dürüstlük, Fesat olmamaları ve sitem etmemeleri..

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik? Sabredememe ve Sinirlendiğimde soğukkanlılığımı koruyamama

Hayatınızın en büyük şanssızlığı? Daha çok paramın olmaması.. (Yapmak istediğim pek çok şeyi sadece bu yüzden yapamadığım için)

En sevdiğiniz renk: Siyah

En sevdiğiniz çiçek: Papatya

En sevdiğiniz kuş: Martı

En sevdiğiniz yazar: Tolstoy, Aslı Erdoğan, Mehmet Açar

En sevdiğiniz şair: Murathan Mungan, Deniz Durukan, Ali Hadi Gözütok

Tarihte en sevmediğiniz karakter: Bush, şu an ki başımızın bakanı..

En çok isteyeceğiniz özellik: İnsanları iyileştirebilme özelliğim olmasını isterdim çok..

Nasıl ölmek isterdiniz? Uyurken..

Hayattaki sloganınız? Nokta koyman gereken yerde virgül koyarsan, cümle tüm anlamını yitirir !

Şu anki ruh haliniz? Umutlu !!


Ve ben de
KaraKitapı, KırmızıGünlükü, Aslıberryi ebeledim gitti :)
.
.

25 Kasım 2009

.
Bu Yazı Pontypool filmi hakkında detay bilgi içerir.
Fragman
.


PARADISE LOST - SAY JUST WORDS


Alışılmışın dışında bir zombi filmi..
Hatta kimilerine göre; entelektüeller için bir zombi filmi..
Çünkü bu kez virüs insandan insana ısırma yoluyla veya kan yoluyla değil kelimelerle bulaşıyor..
Yani konuşma ve duyma kanalıyla..


Ben “Pontypool: Öldüren Kelimeler”i film olarak başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim.

Ortada cin bir fikir var fakat bu şahane fikir ne yazık ki iyi bir filme dönüşememiş durumda.
Film her ne kadar "korku - gerilim" türünde olsa da, ne korkutuyor insanı, ne de geriyor..
Kanadalı yönetmen Bruce McDonald’ın bu alt metinleri epey dolu filmin ne yazık ki üst metnini güzel aktaramadığını düşünüyorum..
Belki de kitabını okumak çok daha mantıklı olacaktır.. Tony Burgess’in Pontypool Changes Everything adlı romanında uyarlanmış bu film..
Senaryoyu yazan da bizzat Burgess bu arada..


Kanada’da Ontario yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Pontypool da geçiyor hikaye..
Grant Mazzy (Stephen Mchattie) o muhteşem sesiyle radyo programı sunuyor sabahın çok erken saatlerinde..
Sırf o ses için filmi izlemeye devam ettim dersem çok da abartmış olmam :)
Daha sonra radyonun sahibi Sydney Briar (Lisa Houle) de programa dahil olup, anlamadığım bir şekilde sürekli Grant ile ters düşmeye başlıyor..
Pek çok kez birbirilerine gıcıklık yapıp atışsalar da ben niye bunları yaptıklarını bir türlü anlayamadım mesela ?!?
Neyse..
Daha sabahın erken saatlerinde radyoya gelen ihbarlardan dışarıda tuhaf, anlamsız şiddet dolu olayların yaşandığını anlarız..
Ardından da ordunun bölgeyi karantina altına aldığını..
Evet insanlar çıldırmış gibi birbirlerine saldırmakta ve parçalamaktadırlar, fakat biz bunları sadece radyoya gelen haberlerden öğreniriz herhangi bir görüntü sunulmamaktadır filmde.
Bu anlamda şiddete ve aksiyona yoğunlaşmaz film..
İnsanları zombi gibi canavarlara dönüştüren şeyler ise kelimelerdir.
Kelimeler dudaklardan çıkıp işitildikleri ve algılandıkları anda virüse dönüşmektedirler.
Fakat sadece İngilizce kelimeler.
Ve her kelime de değil. “canım”, “aşkım”, “tatlım” ve benzeri sevgi sözcükleri.

İnsanlar bu virüslü kelimeleri duydukları anda zombileşip, bu kelimeleri sürekli tekrar edip duruyorlar yüksek sesle..


Burada aslında çok güzel bir gönderme var tüketim toplumunun kelimeleri de nasıl yuttuğuna dair..
Mesela en anlamlı kelimelerden biridir “canım”.
Can-ı-m.
Kim kimin gerçekten canı düşündünüz mü hiç ??
İnsan gerçekten canından bir parçasına ya da canı kadar sevdiğine “canım” diyebilir..
Oysa bugün bu kelimeyi, iki dakika önce tanıştığımız bir kişiye bile kullanıyoruz.. Herkes herkesin Can-ı adeta..
Bu kadar anlamlı bir kelimenin bile içi boşaldığına göre varın gerisini düşünmeye başlayın..
Evet hızlı tüketim mallarının içerisinde artık kelimeler de var..
Anlamını yok ettiğimiz, kullanımı moda haline gelmiş, birbirinden göre göre (duya duya) herkesin içeriğine bakmadan kullanıp Hiçleştirdiği kelimeler..


Bir diğer gönderme ise; virüsün sadece İngilizce kelimeler ile bulaşıyor olması.. Nitekim kurtuluş yollarından biri başka bir dilde konuşmak..
Neden İngilizce diye durup düşünecek olursak..
İngilizcenin evrensel boyutu ile karşılaşırız..


Virüsten kurtuluş yolları: Sessiz Kalmak, Başka bir dilde konuşmak veya Antivirüs Kelimeleri bulmak..
Anlaşılan, algılanan her kelime kendini kopyalayabiliyor çünkü..



Pontypool dan az ve öz birkaç replik de yazalım:

Nefes alırken nefes veremezsin !

Kendi kurallarını çiğnemeye devam edersen, kendi katilin olacaksın. !


Evet alt metinleri epey güçlü bir senaryo var ortada..
Ama işte tek bir mekanda ve gerçek zamanlı olarak çekilen bu düşük bütçeli film; anlatım gücü olarak ve tempo olarak çok başarılı olamadığından sonuna kadar sıkılmadan izleme şansı sunmuyor bizlere..


William Burroughs’un şu ünlü sözüyle bitirmeli şimdi yazımı..
“Dil Bir Virüstür.”

.
.




16 Kasım 2009

Yağmur

.


Hypnogaja - Here Comes The Rain Again


Ben yağmuru çok seviyorum..
Bulutları sevdiğim gibi..
Martıları sevdiğim gibi..
İzmirde öğrenciyken; akşam her yağmur yağdığında dışarı atardık kendimizi ev arkadaşımla..
Ayakkabılarımız elimizde, ayaklarımız çıplak, bir şarkı mırıldanarak, yüzümüzü gökyüzüne çevirip ağzımızı açıp yağmur damlalarını yakalayarak, yürürdük karanlık sokaklarda..
Enerji depolamak gibi bir şeydi bu.. Müthiş mutlu dönerdik eve..
Gençliğin verdiği umursamazlık ve cesaret ve coşku vardı..
Şimdilerde
“bunu yeniden yap” deseler ne çok şeyi düşünüyor olacağım oysa..
Ya hasta olursam?? ya komşular görürse??


İnsan yaşlandıkça coşkularını kaybediyor sanırım..
Annelerimiz babalarımız gibi düşünmeye başlıyoruz..
Ben öyle olmayacağım” desek de öyle oluyoruz..


Evet ben yağmuru çok seviyorum..
Ama ne kadar ironik ki en son ne zaman yağmurda yürüdüğümü bile hatırlamıyorum..
Sadece yağmuru hissetmek ve yağmurun tadını çıkarabilmek için yürüdüğümü hatırlamıyorum..
Yoksa yağmur hep yağıyor.. ve biz hep ıslanıyoruz.. ama ıslandığımız için kızıp sinirleniyoruz..
Kaçacak delik arayıp, hep camların ardından seyrediyoruz yağmuru..
Hep pencerelerimizin gerisinden bakıyoruz damlalara..

Oysa zaman fotoğrafımdaki yağmur damlaları gibi asılı kalıyor bazen..
Ne bekliyoruz içmek için ??
Yağmuru da
Zamanı da.
Hayatı da..
.
.



Geçen yıl 6 okulda gerçekleştirdiğimiz projemize bu yıl da devam ediyoruz..
"Şehit Jandarma Er Selim Koçdemir Lisesi"nde de "Griye Veda – Renklere Merhaba" diyerek 7. projemizi gerçekleştirdik.
Sergi; 09.11.2009 pazartesi günü saat:10.00 da Film Şeridi ile hazırlanan kurdelenin kesimiyle kokteyl ve törenle açıldı.

Projemizin bu yıl da devam etmesine ben çok seviniyorum..
Çocuklar okullarının koridorlarında gezerlerken gri soğuk duvarlar yerine çeşit çeşit fotoğraf görsünler amacıyla başlanmıştı geçen yıl bu projeye..
Bir fotoğrafa dalıp hayal kursunlar, eğer gerçekten görebilirse etrafımızda aslında ne çok güzellik olduğunu fark etsinler diye..