25 Kasım 2009

Pontypool: Öldüren Kelimeler

.
Bu Yazı Pontypool filmi hakkında detay bilgi içerir.
Fragman
.


PARADISE LOST - SAY JUST WORDS


Alışılmışın dışında bir zombi filmi..
Hatta kimilerine göre; entelektüeller için bir zombi filmi..
Çünkü bu kez virüs insandan insana ısırma yoluyla veya kan yoluyla değil kelimelerle bulaşıyor..
Yani konuşma ve duyma kanalıyla..


Ben “Pontypool: Öldüren Kelimeler”i film olarak başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim.

Ortada cin bir fikir var fakat bu şahane fikir ne yazık ki iyi bir filme dönüşememiş durumda.
Film her ne kadar "korku - gerilim" türünde olsa da, ne korkutuyor insanı, ne de geriyor..
Kanadalı yönetmen Bruce McDonald’ın bu alt metinleri epey dolu filmin ne yazık ki üst metnini güzel aktaramadığını düşünüyorum..
Belki de kitabını okumak çok daha mantıklı olacaktır.. Tony Burgess’in Pontypool Changes Everything adlı romanında uyarlanmış bu film..
Senaryoyu yazan da bizzat Burgess bu arada..


Kanada’da Ontario yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Pontypool da geçiyor hikaye..
Grant Mazzy (Stephen Mchattie) o muhteşem sesiyle radyo programı sunuyor sabahın çok erken saatlerinde..
Sırf o ses için filmi izlemeye devam ettim dersem çok da abartmış olmam :)
Daha sonra radyonun sahibi Sydney Briar (Lisa Houle) de programa dahil olup, anlamadığım bir şekilde sürekli Grant ile ters düşmeye başlıyor..
Pek çok kez birbirilerine gıcıklık yapıp atışsalar da ben niye bunları yaptıklarını bir türlü anlayamadım mesela ?!?
Neyse..
Daha sabahın erken saatlerinde radyoya gelen ihbarlardan dışarıda tuhaf, anlamsız şiddet dolu olayların yaşandığını anlarız..
Ardından da ordunun bölgeyi karantina altına aldığını..
Evet insanlar çıldırmış gibi birbirlerine saldırmakta ve parçalamaktadırlar, fakat biz bunları sadece radyoya gelen haberlerden öğreniriz herhangi bir görüntü sunulmamaktadır filmde.
Bu anlamda şiddete ve aksiyona yoğunlaşmaz film..
İnsanları zombi gibi canavarlara dönüştüren şeyler ise kelimelerdir.
Kelimeler dudaklardan çıkıp işitildikleri ve algılandıkları anda virüse dönüşmektedirler.
Fakat sadece İngilizce kelimeler.
Ve her kelime de değil. “canım”, “aşkım”, “tatlım” ve benzeri sevgi sözcükleri.

İnsanlar bu virüslü kelimeleri duydukları anda zombileşip, bu kelimeleri sürekli tekrar edip duruyorlar yüksek sesle..


Burada aslında çok güzel bir gönderme var tüketim toplumunun kelimeleri de nasıl yuttuğuna dair..
Mesela en anlamlı kelimelerden biridir “canım”.
Can-ı-m.
Kim kimin gerçekten canı düşündünüz mü hiç ??
İnsan gerçekten canından bir parçasına ya da canı kadar sevdiğine “canım” diyebilir..
Oysa bugün bu kelimeyi, iki dakika önce tanıştığımız bir kişiye bile kullanıyoruz.. Herkes herkesin Can-ı adeta..
Bu kadar anlamlı bir kelimenin bile içi boşaldığına göre varın gerisini düşünmeye başlayın..
Evet hızlı tüketim mallarının içerisinde artık kelimeler de var..
Anlamını yok ettiğimiz, kullanımı moda haline gelmiş, birbirinden göre göre (duya duya) herkesin içeriğine bakmadan kullanıp Hiçleştirdiği kelimeler..


Bir diğer gönderme ise; virüsün sadece İngilizce kelimeler ile bulaşıyor olması.. Nitekim kurtuluş yollarından biri başka bir dilde konuşmak..
Neden İngilizce diye durup düşünecek olursak..
İngilizcenin evrensel boyutu ile karşılaşırız..


Virüsten kurtuluş yolları: Sessiz Kalmak, Başka bir dilde konuşmak veya Antivirüs Kelimeleri bulmak..
Anlaşılan, algılanan her kelime kendini kopyalayabiliyor çünkü..



Pontypool dan az ve öz birkaç replik de yazalım:

Nefes alırken nefes veremezsin !

Kendi kurallarını çiğnemeye devam edersen, kendi katilin olacaksın. !


Evet alt metinleri epey güçlü bir senaryo var ortada..
Ama işte tek bir mekanda ve gerçek zamanlı olarak çekilen bu düşük bütçeli film; anlatım gücü olarak ve tempo olarak çok başarılı olamadığından sonuna kadar sıkılmadan izleme şansı sunmuyor bizlere..


William Burroughs’un şu ünlü sözüyle bitirmeli şimdi yazımı..
“Dil Bir Virüstür.”

.
.




14 yorum:

beenmaya dedi ki...

zombi, kanlı, şiddet içerikli filmlerden pek hoşlanmam ama konu ve fikir çok enteresan geldi...

karton_piyer dedi ki...

İndirdiğim, ancak altyazısı yüzünden izlemediğim bir filmdi.

Nefes alırken nefes verilemez ama kuralları, sınırları zorlamadıkça bir yere de gidilemez.

Body building yapanlar bilir, ufak ağırlıklarla belki sağlam bir vücudunuz olur. Ama gelişme sağlamak için kasları zorlamalısınız. Zorlanmayan kas ge-liş-mez!

Kişiliklerin de gelişmesi için zorlanması, zorluklarla karşılaşması gerekir.

Ufak yaşlardan beri çalışan, hayat okulunda yetişmiş kişilerden - yaşları bazen benden çok küçük olduğu halde - bir çok şey öğrendim.

Hayata aslanım, prensesim diye el bebek, gül bebek "hazırlananlardan" kaçmayı öğrendim. O kadar "steril ortamlarda" yetişiyorlar ki... Halbuki dışarısı çok kirli.

Bunun için bağışıklık sistemini güçlendirmek lazım oluyor doğal olarak.

Zombilerle karşılaşmamak için önce insanları zombilere dönüştürerek zombilerle karşılaşma riskini artırmamak gerekiyor galiba.

Gönderdiğin Fifth Element' ten bir replik ile bitirelim...


-İnsanlar çok tuhaf.
-Ne demek istiyorsun?
-Yarattığınız her şey yıkım için kullanılıyor.
-Buna insan doğası deriz.

Vladimir dedi ki...

İzlerken son derece sıkılıp üç günde bitirebildiğim bir film oldu malesef. İnsan ellerindeki böyle güzel bir fikri değerlendirememiş olmalarına üzülüyor. :)

murat g dedi ki...

nasil da şaşırtıyorsun beni william burroughs tan alinti yaparak. yani yapamazsin demiyorum elbette ama hem onu hem bunu hem de hepsini biliyorsun ya bazen şaşırtıyorsun beni.

yaziyi hizlica okudum. filmi seyretmedim ama cok ilgimi cekti. dil meselesi benim en cok kafa yordugum meselelerden ve bir sürü referans da geliveriyor hemen aklima dil in ne kadar tehlikeli bir virüs olduguna dair.
cok iyi bir secim hakikaten ve üzerine uzun süre konusulabilecek, tartisilabilecek ve yazilabilecek bir konu.
eger senin bu tony burgess bizim anthony burgess ise ki kendisi otomatik portakal in yazaridir filmi daha da ilgi cekici kiliyor benim icin. belki biraz daha sonra, biraz daha sindirerek düsündüklerini ve hissettiklerini bir devam yazisi da yazarsin. :)

bu arada komik bir sey söyleyeyim, ben kimsenin ismini aklimda tutamam. hele ögrencilerin hic. o yüzden bütün ögrencilere canım derim. gelene canim gidene canım :)

banu dedi ki...

evet DİL BİR VİRÜS ve bunu en çok geliştiren ve yayılmasına yardımcı olanlarda biz TÜRKçe katilleriyiz..cidden ilginçmiş ama filmin konusu ama yazık olmuş desene...

beenmaya dedi ki...

iyi bayramlar
sevgiler selamlar
:)))

ella dedi ki...

ben korkarım galiba izleyemem bu filmi :) cidden :)

ELİF dedi ki...

Bir bayram gülüşü savur göklere, eski zamanlara gülücükler getirsin öyle içten samimi, gözyaşlarını bile tebessüme çevirsin. İyi Bayramlar.

Yağmur dedi ki...

Otobüsün camından seyrediyorum geçmişi. Bazı şeyleri, bir yolculukta, bir otobüsün pencere camından seyretmeyi seviyorum… Akışın içinde, akarken görmek gerçeği, güzelliği ve çirkinliği; işte bu diyebiliyorum…

Su akıyor...

Hareket her şeydir, her şey hareketin içindedir ve öyle güzeldir. Öyle güzeldir çünkü başka türlüsü mümkün değildir. Güzellik gerçeğin kendisidir… Bir fotoğraf için bile öyle olmalı; anı yakaladığınızda, karenin anlamını, öncesi ve sonrasına dair çağrışımlar vermeli…

Hareket her şeydir ve her şey hareket içindedir. Kelimeler bile… Hareket ve eylem insana kelimelerden daha içseldir. Çünkü daha eskidir… Önce eylem vardı, kelimeler, insanlığın tüm tarihi düşünüldüğünde neredeyse yoktur…

Çocuktuk ve hatırlamıyorduk. Öyleydi, üç yaşına kadar kelimeler de yoktu anılar da. Öyle miydi? Kelimeler olmadığı için mi? Bunu da ayrıca hep ama hep çok merak ediyorum...

Adsız dedi ki...

ukalalık yapmak istemem ama sizinkine yakın ve daha net anlamanıza yardımcı olucak bir yorum için nacizanesinemakritikleri.blogspot.com sitesine bir bakmanızı öneririm

oguz dedi ki...

çok sıkıldığım ender filmlerden biriydi.korku yada gerilim filmi dersem bu film için diğer filmlere haksızlık etmiş olurum. sonuna kadar hep bi gerilim yada korku sahnesi bekledim.filmde ki en güzel şey seninde dediğin gibi grant mazzy'in o tok sesi ;)

Duvar... dedi ki...

Filmi izlemeyi ileri bir tarihe ertelesem de, filmin bazı şeyleri tartışmak için her durumda vesile olduğuna katılıyorum... Aklıma gelen birkaç şeyi paylaşmak istiyorum...
Bazen direnmek iyidir diye düşündüm örneğin dün; bir dostuma uzun bir mektup yazarken, uzun uzun düşünüyordum... Direnmek, birilerinin değerlerimize saldırısına, kelimelerimizi, dolayısıyla aklımızı, dolayısıyla düşlerimizi, dolayısıyla kişiliğimizi, dolayısıyla bizi, kendimizi hiçleştirmesine direnmek gerekiyor...
Bazı şeyleri namus meselesi addetmek gerekiyor... Hadi namus demişken buradan devam edeyim ve namus kavramını düşüneyim... Namus kavramını yıllarca cinselliğin, seks yapmanın, bedenin, özellikle kadın bedeninin üzerinden düşünmeye karşı mücadele etti birileri, mücadele ettik... Bunda bir sakınca var mı? Olabilir mi? Kesinlikle olamaz... Sonuçta dediğim gibi, direnebilmek gerekiyor bazı şeylere; ama direnirken de akıllı olabilmek... Direnmek, yerinde saymak demek biraz da ve yerinde saymak da, sonuçta başka her şey ilerliyorken gerilemek... Evet, örneğimizde namus kavramını bacak arasından kurtarmak gerekiyordu ama kafalarımızı başka bacakların arasına sokmak gerekmiyordu... Namus bu değil derken, ne olduğunu anlatabilmek gerekiyormuş... Aksi halde namuzsuzluk alıp başını yürüyormuş...
Ne diyordum, bazı şeyleri namus meselesi addebilmek gerekiyor... Dilimize tecavüz edilmesini, namus meseli olarak görmek mesela... Bakın burada, tecavüz kelimesi söz konusu olduğunda, namus bacak arasında değil mi? Demek ki sorun bacak arasında değil mi? Ne demek istediğim anlaşılabildi mi?
Kelimeler ah kelimeler... Dil bir vürüstür... Kesinlikle öyledir ve bu yüzden bazen direnmek gerekirken bazen de temizlik yapmak ve direnmek yerine, bazı kavramlardan ya da onların ağırlığından kurtulmak gerekebilir... Bir nevi ölü ya da etkisiz virüsleri vücuda vermek demek olan aşı gibi bakabiliriz bu duruma... Yeni bir sözlük yaratabilmek diyebilirim buna... “Yeni...” en çok tedirgin olduğum kelime demiştim, çok değer verdiğim bir kadına...
Aşı diyordum... Hala diyorum ve oradan devam ediyorum. Aşı! Örneğin “canım” kelimesini artık, bambaşka bir kelime olarak düşünmek gerekiyor, örneğin “arkadaşım” der gibi ve gerçekten “can”ımız olanlara bu kelime ile seslenememek, bu durumda canım kelimelesinin sıradanlığını kabul edip aşmak anlamına geliyor. Ben öyle yapmaya çalışıyorum. Bu kelimeyi, rahat rahat kullanıp onu sıradanlaştırıyorum ve gerçekten canımdan öte olanlara başka adlar buluyorum... Örneğin “bu satırları okuyanlara canım insanlar” desem, ne anlarsınız...
Neyse işte... Yeri gelmişken, aşı demişken, bazı kelimelerden kurtulmak, sıradanlaştırmak demişken aynı şeyin “aşk” denilen kelime için de geçerli olduğunu söyleyeyim. Bu yüzden ben artık “aşık” olmuyorum. Bu yüzden bazen kendimden öte değer verdiğimi hissettiğim birine, ben sana aşığım demiyorum... Aşığım dersem, samimiyetsizlik yapacakmışım gibi hissediyorum. Aşığım dersem, sıradanlaşacakmışım gibi hissediyorum. Kelime dağarcığımda o kadar çok kelime var ki, pek çok kelimede sevdiğimi ifade edebicek bir anlam bulabiliyorum... Neden “aşk”ta ısrar edeyim ki? Ha bu arada, hatta “aşkım” kelimesini hiç sevmiyor ve kullanmıyorum...
Ortada o kadar çok “can” var ki, eminim pek çok kişi için, canlarının çoğunun canı cehenneme... Ortada o kadar çok aşk var ki, aşk diyebilene aşk olsun...

Pencere... dedi ki...

"Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden
kaynaklanır.
Sen sen ol, kelimelere fazla takılma.
Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşk dilsiz olur."
Şems...

Adsız dedi ki...

Evet Pontypool da iyi bir filme dönüşemeyen cin bir fikir var. E kolay değil, iyi bir film olması için "Shivers" zamanının Cronenberg'i ya da "Bad Taste" zamanının Peter Jackson'ı lazım.

Uygar Şirin