28 Şubat 2010

Beni Unutma



EMRE AYDIN - BENİ UNUTMA


Bugün dağıldım, bugün yoktum.
Ömrüm dedim, kat izlerin hep.
Ömrüm, ömrüm yokluğun.

Bugün siyahtım, bugün bıktım
Ömrüm dedim kül izlerin hep.
Ömrüm, baş ucunda unuttun.

Yoksun, yoksun yanımda.
Geçecek demiştin ya,
Geçmedi duruyor hala.

Yoksun, yoksun yanımda.
Bu puslu kalanlarda,
Yoksun yanımda.

Unutma, Beni Unutma.

Bugün pustum, Bugün korktum.
Ömrüm dedin son sözlerin hep
Ömrüm, ömrüm yokluğun.

Bugün üveydim, bugün kıştım.
Ömrüm dedim sen istedin hep,
Ömrüm, sen vuruldun.

Yoksun, yoksun yanımda.
Geçecek demiştin ya,
Geçmedi duruyor hala.

Yoksun, yoksun yanımda.
Bu puslu kalanlarda,
Yoksun yanımda.

Unutma, Beni Unutma.

27 Şubat 2010

Kuzey Yamacı

.
Bu yazı Nordwand filmi hakkında detay bilgi içerir.
Fragman
.


FLEET FOXES - MYKONOS


Bir zamanlar Tony anlatmıştı:
Duvarın eteklerindeyken yukarıya baktığınızda kendi kendinize "birisi buraya nasıl tırmanır" diye sorarsınız. Hatta neden tırmanmak istesin? Ama saatler sonra yukarı çıkıp da aşağıya baktığınızda her şey aklınızdan uçup gider. Geri döneceğinize dair söz verdiğiniz kişi dışında.


Yine çok güzel başlangıcı olan bir film daha..
Nort Face..
Gerçek bir hikâyeden uyarlanarak çekilen film, 1936 yılında Hitler Almanyasında geçiyor..
Alplerin Kuzey Duvarı olarak bilinen 3970 metrelik kaya ve buz kütlesinden oluşan Eiger Dağına tırmanışın hikâyesi.
O güne kadar bu tehlikeli yamacın zirvesine tırmanabilen olmamış ve deneyen her dağcının son durağı olmuş, bu nedenle de “Ölüm Yamacı” adını almıştır.


Andreas Hinterstoisser (Florian Lukas) ve Toni Kurz (Benno Fürmann) çocukluklarından beri tutkulu birer dağcıdırlar.
Nitekim askeriyede bir dağ tugayında görevlidirler ikisi de.
Bir gün Toni’nin ilk aşkı olan, şimdilerde bir gazeteci olmaya çalışan Luise Fellner (
Johanna Wokalek) onları ziyarete gelir ve Berlinde herkesin onları konuştuğunu, eğer Eiger dağlarına tırmanırlarsa, onların hikayesini kendinin yazacağını ve bu sayede iyi bir gazeteci yazar olarak ünlenebileceğini söyler.
Toni, Andi ve Luise üçü birlikte büyümüşlerdir.
Andi Eiger a tırmanan ilk dağcılar olacaklarından emindir ve bu yüzden bu fikirden dolayı çok heyecanlanmıştır.
Hem dağı fethedecekler, hem de ünlü olacaklardır.
Fakat Toni
"Ölüm Duvarı"nda güneş bir dakikalığına doğar, kar fırtınası ise bir hafta sürer. Ya çığ tarafından yutulursun ya da bir kaya yuvarlanabilir. Buna dağcılık denmez. En iyisi olsan bile bu kumardan başka bir şey değildir. İşte bu yüzden gitmiyoruz.” diye fikrini söyleyerek teklifi rededer.
Luise şehre geri döner.
Tam o sırada Avusturyalı iki dağcı Eigere tırmanmayı kabul eder ve Luise ile amiri de haber dolayısıyla Eiger’in eteklerindeki otele yerleşirler.
Luise fotoğrafları çekecektir, amiri de hikayeyi yazacaktır.
Sonunda Toni de fikrini değiştirir ve iki arkadaş da keşif tırmanışı yapıp, şimdiye kadar hiç denenmemiş bir rota çizdikten sonra zirveye gözlerini dikerler.


Ölüme meydan okuyan dağcılar sandığınızdan daha kolay ölürler.
Doğaya göre insanlar fazla gözü pek.
Ya büyük bir zafer kazanırsın ya da korkunç bir trajedi.



Toni yanından hiç ayırmadığı, her tırmanışının hikayesini yazdığı defterini son gece Luise e getirdiğinde sanki öleceğini hissetmiş gibidir.
Bunu Luise de hisseder..


Ve 4 kişinin zirveye tırmanış mücadelesi 2500 metreyi geçtikten sonra başlayan tipi sonrasında tırmanıştan ziyade hayatta kalma mücadelesine döner.
Avusturyalılardan biri ağır derecede yaralanınca geri dönmeye karar verirler..
Fakat iniş hiç de kolay olmaz..
Buzlara ve kayalara tırmanma hayali kuran dağcı arkadaşlar ölümde de yaşamda da
birbirlerine bağlıdırlar.


Kuzey Yamacı..
Çekimleriyle ve oyunculuklarıyla beni içine sağlam şekilde alan bir film oldu.
Nasıl çekildiğine hayret ettiğim pek çok sahne var..
Filmin her karesini dondurup fotoğraf yapasım var..


Philipp Stölzl dağcılık temasını öyle güzel bir aşk ilişkisiyle beslemiş ki, böyle bir trajik sondan sonra insan kolayca kendine gelemiyor.
Luise nin bütün bir geceyi dağda o tipide, sevdiği adama uyumaması ve pes etmemesi için sırf sözleriyle destek olması, onu kurtarmaya çalıştığı sahneler ve özellikle Toni ile ikisinin son sahnesi kolay unutulacak sahneler değillerdi.
Ben kaskatı kesildim izlerken sinemada.





“Hayatta hepimiz kendi tercihlerimizi yaparız.” diyordu Toni tırmanış öncesindeki son gecesinde..
Kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsizce de olsa öyle değil mi hakikaten..
Çoğu kez tercihlerimizin tüm sonuçlarını hesaplayamasak da, öngöremesek de aslında girdiğimiz risklerin hep farkındayızdır..
Neyi kaybetme ihtimalimizin olduğu kadar neyi kazanma ihtimalimizin olduğunun..



Filmin açılış karesi gibi kapanış karesi de yine Luise nin sesinden bir iç konuşma ile oldu..

“Tek bildiğim şey ölümün Toni ile beni o gün sonsuza dek ayırdığıydı. Hayatta kalan ise aşkımızdı. Bazen buna inanmakta güçlük çekiyorum. Çoğu günler kendimi hayatta hissediyorum. Ve bunu da aşkımıza borçluyum.”


Benim filmin sonunda arkadaşıma dönüp ilk yaptığım yorum ise şu oldu:
"Sanırım kadınları yaşadıkları trajediler büyütüyor. Luisenin filmin başındaki halini ve şimdiki halini bir düşünsene. Arada uçurum var cidden. Evet kadınları olgunlaştıran derinleştiren şey yaşadıkları trajediler oluyor. Acılar büyütüyor bizi."


Not: Eiger'in Kuzey Yamacından zirveye yapılan ilk tırmanış 1938'de gerçekleşti.
Alman ve Avusturyalı tırmanış ekibi, Toni Kurz ve Andi Hinterstoisser'ın rotasını izledi.

19 Şubat 2010

Kırık Kucaklaşmalar

.
Bu yazı Los Abrozos Rotos filmi hakkında detay bilgi içerir.
Fragman
.


CAT POWER - WEREWOLF


“İsminiz ne?
"Harry Caine"
Eskiden Mateo olarak tanınırdım ve sinema yönetmeniydim.
Kendimle birlikte bir başkası olma fikri beni hep cezbetmişti
Bir hayatı yaşamak yeterli değildi; ben de kendime bir takma ad yarattım: Harry Caine
Kaderin cilvesiyle yazar olmuş bir maceraperest.
Yazdığım tüm senaryo ve hikayeleri ona imzalattım.
Yıllarca Mateo Blanco ve Harry Caine aynı vücudu paylaştılar, benimkini..

Ama öyle bir an geldi ki.. artık yalnızca Harry Caine olabilirdim.
Takma adım olmuştum..
Kendisi tarafından yaratılmış bir yazar."



Broken Embraces.. böyle bir iç ses konuşması ile başlıyor..
Nasıl şahane bir başlangıç değil mi..
Bir hayatı yaşamak yeterli değildi diyor ya en başında yönetmen, bir filmi çekmek de yeterli gelmemiş anlaşılan..

Film içinde başka bir film, hikâye içinde başka hikâyeler, kahramanlar içinde başka kahramanlar, aşklar içinde başka aşklar taşıyor..


İspanyol yönetmen Pedro Almodovar, kuşkusuz Avrupa Sineması deyince ilk aklımıza gelen ve yerini belirlemiş yönetmenlerden biri..

Almodovar tutkunları bu filmde ikiye ayrılmış; çok beğenenler kadar hiç beğenmeyenler de var.
Kesin olan şey ise filmografisinde gerçekten farklı bir yerde duracak bu filmi..



Yarım kalmış bir sevda..
Yıllar geçmesine rağmen yeri doldurulamamış bir kadın..
Etraflarındaki tüm baskılara ve olumsuzluklara rağmen durdurulamamış bir aşk..
Tutkunun ve ihtirasın zirvesindeyken ani bir parçalanış ve yitiriş..
Kayıpları çok büyük ve acısıyla yaşamak zorunda kalan bir adam..
Kadına umutsuzca saplantılı bir aşkla bağlı ve onu kaybettiğini anladığı anda fiziksel zarar vermeye başlayan başka bir erkek..
Ve en nihayetinde kırık bir kucaklaşma tadı filmden kalan..




Kırık Kucaklaşmalar'a dair söylemek istediğim çok şey var aslında..
Yönetmen bir çok yan karakterle de beslerken ana hikayeyi; hayata dair, insanlara dair, seçimlerimize dair de usulca öyle çok şey söylüyor ki..
Tutkudan yalnızlığa, aile olamamaktan bireyliğe, ihtirastan yıkıma, acıdan yalnızlığa..
Fakat tüm her şeyi karakterlere öyle güzel yedirmiş ki, farkında bile olmuyorsunuz bu söylemlerin..

Her acının içine biraz mizah yüklemiş, her mizahın içine bir burukluk katmış..
Magdalena’nın o kıpkırmızı domatesleri kestiği, bir gözyaşının domatesin üzerine düştüğü o sahnede olduğu gibi..

Hayat gibi..
Gülerken ağlamak, ağlarken gülmek gibi.. İç içe geçmiş..


Filmde beni fazlasıyla etkileyen çok sahne oldu..

Zaman zaman kendi hikayemle özdeşleştirdiğim benzer temalar geldi geçti..
Düşündüm de şimdi.. En etkilendiğim sahne hangisiydi diye..

İki sahneyi de yazmalıyım..
(Filmi izlemeyenlerin bu sahneleri okumamalarını şiddetle tavsiye ediyorum :)


Ernesto (José Luis Gómez), saplantı derecesinde aşık olduğu kadın Lena’nın (Penélope Cruz) yönetmen sevgilisi Mateo (Lluís Homar) için kendisini terk ettiği sırada; ona hem fiziksel zarar vererek, hem yalvararak, hem de bazı şantajlar yoluyla Lena’yı kendisiyle birlikte bir süre daha aynı evde yaşamaya ikna etmiştir.

Lena, sevgilisi film çekimlerini tamamlayana kadar işkencelere katlanır, aksi halde sevdiği adam çektiği filmi de, umutlarını da yarım bırakmak zorunda kalacaktır.
Film çekimlerinin tamamlanıp, içlerinden kullanılacak sahnelerin seçildiği sıralarda bir gece Ernesto Lena’yı feci şekilde dövüp sokağa atar..

bir taksi şoförü yardımıyla yaralı halde Mateoya gider Lena..
Mateo sevdiği kadını o halde görünce birden deliye döner ve polisi arayacağını söyler..
Kadın onu durdurur..
Pek çok yeri morarmış ve kanayan Lena, ona der ki:
- Beni Buradan Uzağa Götür.. Çok Uzağa..
..

Adam bir an bile duraksamadan, filmlerini de, hayatını da, arkadaşlarını da, çevresini de, her şeyi bırakıp kadını alır ve uzaklara giderler..
Sürekli birbirlerine sarıldıkları, sürekli birbirlerinin kucaklarında oldukları mutlu, neşeli yepyeni bir hayata başlarlar..




Ta ki bir kazaya kadar..

Bir trafik kazası çifti en mutlu anlarında kırar geçer..
Bütün kucaklaşmalar kırılır..
kadın ölür..
adam hem sevdiğini, hem de gözlerini kaybeder..
Adam "ben de öldüm aslında" der ve bundan sonraki hayatına başka bir adla senaryo yazarı olarak devam eder..


Aradan yıllar geçer..
on yıldan fazla ..
Onların belgeselini çeken Ernesto’nun oğlu tesadüfen kaza anını da görüntülemeyi başarmıştır. Tam kaza öncesi arabada öpüştükleri bir an vardır belgeselde..
Ve işte yıllar sonra Mateo'ya bu belgeseli verir..

Adam elleriyle televizyona dokunur ve o anı yavaş çekimde oynatırlarken adam göremediği sevdiğini televizyon ekranında elleriyle hissetmeye çalışır..


İşte bu iki sahne, ruhumu fena dağıttı aslında..
Kadının yere yığılacak haldeyken “beni uzağa götür” diye yalvardığı sahne ile yıllar sonra adamın kadını elleriyle hissetmeye çalıştığı sahne..


Film taşıdığı bütün mizah yüküne rağmen sağlam bir dramdı bence..
Daha fazla duygusallaşmadan filmden bir replik ile bitireyim yazımı..
Bu arada şarkı da filmden.. Birlikte uzağa kaçtıkları sahneden..

Yazımdaki fotoğrafları ise filmden itinayla kendim yakalayıp aldım..

- Sır Nerde?
- Bilmiyorum. Ne olduğunu bulmam için yazmam gerekiyor..


10 Şubat 2010

Şeytan Ağacı

.

Marilyn Manson - You and Me and the Devil Makes


Nadir zamanlar ve nadir olaylar dışında hepimizin hayatı birbirine benzer aslında..
İşe gider gelir, ailelerimizle ve arkadaşlarımızla zaman geçirir, çeşitli sosyal aktivitelere katılır ve uyuruz..
Başımıza gelen olağandışı olayları saymazsak pek çoğumuz aynı şeyleri yaşar dururuz.
Peki nedir herkesi birbirinden farklı kılan ??
O iyi, bu kötü diye betimlemeler yapsak da hayatımızdaki insanlara, aslında biliyoruz ki; hiç kimse hep iyi veya hep kötü değildir.. Herkes iyiyi de kötüyü de taşır içinde..
Peki nedir hayatımızdaki insanları farklı sıfatlandırmamızın en büyük sebebi, nedir bize yaşattıkları hislerin değişik olma sebepleri ??
Neden bazı arkadaşlarımızla sohbet etmekten ölesiye keyif alırken, bazılarıyla daha sohbetin 15.dakikasında oflayıp puflamaya başlarız??

Yanından hiç ayrılmak istemediğimden tutun da, az görüşmek için çaba sarfettiğime kadar çok ve çeşitli arkadaşları olan ve dinlemeyi gözlemlemeyi çok seven bir kadın olarak şüphesiz bu konuda birçok tespitim ve söyleyecek çok şeyim var ama ben küçücük bir örnek vererek asıl konuma dönmeye çalışayım..

Bugüne kadar tanıştığım hiç kimse bana sinemayı sevmediğini söylemedi. Evet herkes ilgi alanına sinema diyebilecek kadar sinema seviyor sorarsanız.. Ama bazıları bikaç ayda bir gişe filmi izlemek, televizyonda yayınlanan filmlere arasıra göz atmak ile kendini sinefil ilan ederken, -üstelik daha Avrupa sinemasından, bağımsız sinemadan vs haberi bile yok, sinemayı holivud sanıyorken- , bazıları ise “ilgi alanım” dediği şeyle hakkını vererek gerçekten ilgileniyor..
"Sinema İlgi Alanım" demese bu eleştirileri yapmayacağım aslında gişe filmcilerine ama bir şeye “ilgi alanım” diyorsanız gerçekten ilgilenin !Hepimizin ilgi alanı HAYAT..

Ama bazımız nefes alıp geçip düz bir çizgide yaşayıp gidiyoruz, bazımız ise bilgi açıyız bir ömür; göremediklerimizi de görmeye, farkına varamadıklarımızı da algılamaya, olayların altlarını da deşmeye, aynaların ardındaki sırlara ulaşmaya çalışarak yaşayıp gidiyoruz..
Ve doğal olarak hayata dümdüz bir çizgiden bakan insanlarla sohbetlerimiz de sıkıcı ve bunaltıcı oluyor.. Bize bir şey katacak, farklı bir bakış açısı kazandıracak, bir derinlik sağlayacak şeyler yaşanmıyor aramızda..

Asıl anlatmak istediğim şeye geliyorum bu uzun girişten sonra..:)
Kitaplar da böyledir ! Aynı hayatımızdaki insanlar gibi çeşit çeşittirler..
Kimisini okur geçersiniz, iki gün sonra aklınızda kalan tek bir şey olmaz, kimisini sonuna kadar okumaya bile katlanamaz yarım bırakırsınız, size kazandırdığı bir şey yoktur, sizi zorlayacak düşündürtecek sarsacak hiçbir güçlü kelimesi yoktur..
Kimisini yine bir ömür unutamazsınız.. kimisini yanınızdan ayıramazsınız, dönüp dönüp altını çizdiğiniz satırlara yeniden dokunursunuz.. Kimisinde öyle kelimeler vardır ki vurup geçer sizi, nefes alamazsınız..

Jerzy Kosinski.. Eğer hala bir kitabını okumadıysanız çok büyük bir kayıp sizin için :)
Çok sıradan olayları bile müthiş bir derinlik katarak anlatabilen ve sizi hep daha derine gitmeye teşvik eden bir yazar Kosinski..
Hayatı gibi kitapları da her zaman ilginç.
Ben yıllar önce Boşluk kitabı sayesinde tanışmıştım onun anlatım gücü ile..
Sarsmıştı beni çokça..
Muhteşem bir eserini daha okudum geçtiğimiz ay : Şeytan Ağacı


Kitabın içeriğine girmeden önce kitaba adını veren Baobab Ağacı hakkında kısa bir bilgi vereyim:Baobab aslında “bin yaşında” demek. Afrika’da nice kişiler bu ağacın hayatın kökü olduğuna, ilk insanın doğuşunu gördüğüne inanır. Yerliler Baobaba “Şeytan Ağacı” derler. Şeytanın bir zamanlar bu ağacın dallarına takıldığını, sonra cezalandırmak için onu baş aşağı ettiğini söylerler. Yerlilere göre, şimdi dallar olan kısım aslında kökleridir. Bir daha baobab yetişmesin diye şeytan tüm genç fideleri imha etmiştir. Yerliler bu yüzden dünyada yalnızca yetişkin baobab ağaçlarının kaldığını söylerler.

Dünya Çelik sanayisinin hakimi ve dünyanın en zenginleri sıralamasının da ilk beşinde yer alan bir milyonerin oğlu başkahramanımız bu kez..
Hiç geçim derdi olmayan, bırakın geçim derdini parmağını bile kıpırdatmasına gerek olmadan saniyede milyonlarca dolar serveti sürekli katlanan bir gencin hayatına sokuyor bizi Kosinski..

Bize bunca uzak ve amaçsız bu gencin kendini tanıma süreci içerisinde yaşadıklarını, olaylara bakış açısını hiçbir kelimeden çekinmeden sert ve güçlü bir biçimde akıtıyor..
Kitapta bölüm yok..
Tek bir olay ve kurgu yok..
Tıpkı hayat gibi.. Tek bir şeye odaklanmıyor..
Nasıl ki zihnimiz hiçbir zaman tek bir şeye odaklanmıyor aynı anda bir sürü şey yapıyor, düşünüyor, hatırlıyor, hayal kuruyor, bağlantılar kuruyorsak.. Kitap da böyle..

Sanki zihin akışımızın bir başı sonu olmadan, bölümlenmeden dışarıya sunulmuş hali gibi..

Bir paragraf o sırada yaşadığı bir şeyi anlatırken hemen sonraki paragraf ise yaşadığı şeyle hiç alakası olmayan ama o sırada birden beyninden serbest çağrışım ile hatırladığı eski bir anısını anlatıyor.. Hemen sonraki paragraf bambaşka bir konu hakkındaki kendi düşüncesiyle devam ediyor..


Genç milyonerimiz Jonathan çok güzel bir kadın olan Karene tutkun..
İkisi de dizginlenemeyecek kadar bağımsız ruhlara sahipler..
Karen asla tam olarak teslim olmuyor Whalen e..


İnsanın kendisini tanıma sürecinde içinde ilerlediği yollardan en büyüklerinden biri de cinsellik konusudur..
İnilecek en karanlık ve en derin kuyu belki de içimizde..
Konuşmaktan bile çekindiğimiz pek çok şeyi Kosinski kısa kısa paragraflar halinde öyle bir güzel işliyor ki..
Siz de kendi içinizde ilerliyorsunuz usulca bu karanlık yolda..
Sadakat kavramından zevk kavramına, sınırlarımızdan bağımsızlığımıza, cinsellikteki cins ayrımcılığına, içimizdeki küçük uysal sevgiye muhtaç çocuktan, zincirlerle bağladığımız hayvana kadar girmediği delik, el atmadığı konu kalmıyor..


Altını çizdiğim tümcelerden birkaç alıntı yazayım:


“Uyuşturucudan arındırıldığım zamanları hatırladığımda, çevremi, çevremdeki insanları hatırlıyorum da, kendi zihinsel durumumu hatırlayamıyorum. Acı mı duyuyordum? Pipomu yeniden yakıp içmek mi istiyordum? Saatlerim, günlerim, ne düşündüğümü, ne hissettiğimi fark etmeden mi geçiyordu? Acılarımı ve duygularımı hatırlayamadığıma göre, bu çektiklerimden bana neler kaldığını nasıl bilebilirim? Ya bana tek verdiği, olayların anılarıysa? Eğer elimde tek kalan buysa, o zaman geçmişimi hatırlamaktansa yeniden uydurmayı yeğlerim.

Ama ya kendimi artık acı duymayacak hale getirmişsem? Ne zaman yüksek bir binanın penceresine yaklaşsam, ani bir refleks hareketiyle tos vurup camı parçalamak geliyor içimden. Olayı ağır çekim halinde gözümde canlandırıyorum; kanım binlerce parçalanmış cam zerreciğinde yansıyor. Tüm zerrecikler yere doğru dökülüyor. Aşağıdaki insanların çığlıklarını duyuyorum. Arabalar fren yapıyor, yağan camlar kargaşa yaratıyor. Tek canlandıramadığım, kendi duyacağım acı.”


Aslında kitap hakkında söylenebilecek pek çok şey var..
Erkek karakterin, kadın karakterin, ilişkilerinin dışında.. Zenginliğe, tüketim toplumunun çılgınlığına, erkeklerin güzel kadınlara bakış açısına, paranın sağladığı güce, ve bu gücü elinde bulundurmanın nasıl bir şey olduğuna, sekse, bağımlılığa, ölümlere, içimizdeki kötülüğe ne kadar yakın yaşadığımıza dair de çok şeyler anlatıyor kitap..


Gerçekten hala Kosinski’nin kelimeleriyle tanışmadıysanız hemen bir kitapçıya gidip seçin bir tane..

Yine çok sevdiğim bir alıntıyla bitireyim yazımı:

Karen’e göre o kısa süreli, çabuk yok olan, biri biterken bir yenisi başlayan ilişkileri, aslında onun kendi özgürlüğünün bir kanıtı, sıradan varoluşa karşı kazandığı özel zaferi sayılıyor.

İstediğim Karen olduğuna göre, benim varlığımın sırrını da o elinde tutuyor. Bu yüzden bana göre de benim onunla ilişkim, kendimi tanımanın dağınık tecrübeye karşı bir zaferi.

Biz ikimiz, Bağımsızlık Düşesiyle Özgürler Dükü.. birbirimize durmadan özgürlük ve bağımsızlık aşkımızı anlatıp duruyoruz. Birbirimizden bile bağımsız olduğumuzu.
Nice geceleri bir arada, konuşarak, sevişerek, birbirimize bakarak, kucak kucağa uyuyarak geçirdikten sonra, ona olan ihtiyacımı neyin yarattığını hala bilmiyorum. Seviştiğim başka her kadında, cinsellik o kadının esrarına giden bir yol olmuştur. Ama Karen’in cinselliği onu benden saklıyor.!