31 Temmuz 2011

Haggard

.


HAGGARD - THE SLEEPING CHILD


“Anneler günü armağanı olarak seni Haggard konserine davet etsem?” demişti Reha.. “Geliyorlar mıı” diyerek büyük bir heyecanla atlamıştım elbette teklifinin üstüne.. Daha önce Maroon 5 ile Şebnem Ferah’ı canlı dinleyebilmemi sağlayan Reha, muhtemelen! bilmeden bana en sevdiğim gruplardan birini armağan ediyordu.. Mayıs ayının başlarıydı, ve ben o böğürtüleri canlı dinleyebileceğime inanamıyordum.. O adamdan o sesin nasıl çıktığını yıllarca hayranlık ve şaşkınlıkla merak ederken şimdi görecektim. Gerçekten de aynı albümündeki gibi çıkacak mıydı o böğürtüler? Sopranonun sesi gözlerimi kapattırıp içimi delerken, Vokalin sesi şiddetli bir uyanışa sebep olacak mıydı içimde aynen yıllardır onları dinlerken hissettiğim gibi??

Rammstein hayranlığımı bilmeyen yok ama 5 yıldır evimde ve işyerimde bilgisayarda dinlediğim tüm şarkıları kayıt altına alıp, bugün 7.odanın müzik zevki konusunda manyak bir arşiv bilgisi haline gelen Last.Fm e baktığınızda anlayabilirsiniz ki Rammstein’dan sonra en çok dinlediğim grup da Haggard’dır.

2007 yılı MarilynManson’u, 2010 yılı da Rammstein’ı canlı dinleyebilme fırsatı sunmuştu.. Ve şimdi de Haggard’ı dinleyecektim öyle mi? Böylece en sevdiğim 3 grubu da canlı dinlemiş olacaktım.


Ben de pek çok insan gibi Herr Mannelig ile tanımıştım Haggard’ı.. Soprana Susanne o büyüleyen ve peşinden sürükleyen aryaları ile farklı bir evrenin kapılarını açıyordu.. Ardından bir flüt sesi duyuyordunuz.. Gözlerini kapattırıp o kapıdan içeriye çekiyordu bu ses dinleyeni.. Günlerce gecelerce çıkmak istemiyordunuz bu karanlık evrenden.. Gözlerinizi hiç açmadan sopranonun sesiyle salınıyordunuz rüzgarda uçuşan tüller gibi.. Gitarın sesi içinizi deliyordu, flüt keman ve obua elbirliğince uçuruma itiyordu.. Düşünmeden atlıyordunuz.. Hiç düşünmeden bırakıyordunuz kendinizi aşağıya.. Ve uçurumun dibinde Asis Nasseri sizi bekliyor, birden canlandırıyor, ölmemenizi sağlıyordu.. Sesinin şiddetine esir düşüyordunuz..

Uzun bir zaman sonra.. Her Mannelig’in etkisinden kurtulabildiğinizde grubun diğer şarkılarını keşfe çıkıyorsunuz.. Ve dönem dönem 21 kişiye kadar ulaşan hepsi birbirinden yetenekli müzisyenlerden oluşan grup üyeleri ile karşılaşıyorsunuz..
Ve senfonik metalin bu en güçlü grubunu dinledikçe daha da çok seviyorsunuz..



Ben 2004 yılında tanıştım Haggard ile.. Ve yıllardır kopamadım onlardan. Evde, işte, yolda, yolculukta, yürüyüşte, gözlerim açıkken, gözlerim kapalıyken her daim onlara ihtiyaç duydum.. Yıllardır bana eşlik eden ayrılamadığım ve tutkuyla sevdiğim 5 şarkısı sırasıyla:
Eppur Si Muove,
Per Aspera Ad Astra,
The Observer,
Herr Mannelig
Awaking The Centuries idi. Ve son albümlerinde bunlara 2 şarkı daha eklenmişti..
Tales Of Ithiria
Hijo De La Luna..
Bu tutkuyla sevdiğim 7 şarkısının dışındaki diğer tüm şarkılarını da çok severek dinliyorum Haggard’ın..



Heyecanla beklediğim an gelmiş ve ben Haggard’ı canlı dinlemek üzere deniz otobüsü ile İstanbula gidiyordum.. En sevdiğim 7 şarkısını da söyler mi ki acaba diye hayal kuruyordum.. İçim kıpır kıpır indim deniz otobüsünden.. Sabah işe gitmiş, işlerimi toparlamıştım.. Öğlen Fıstıkımı okuldan almış haftasonu görüşemeyeceğimiz için birlikte vakit geçirmiştik, O da babasıyla olacaktı haftasonu. Koşturmacadan yorgun düşmüş bedenimi kıpır kıpır ruh halim toparlıyordu.. Ve Reha beni alıp doğru Ayazağa’ya konser alanına götürüyordu.. Geç kalmamak için hıphızlı adımlarla yürüyorduk.. Biz yürürken uzaktan sevdiğim o sesi ve melodileri duyuyordum.. Tüh başlamış yaa ilk şarkıları kaçırıyoruz diye içim buruluyordu, daha da hızlanıyorduk.. Hava soğuktu, içim sıcak.. Konser alanına ulaştığımızda anlıyorduk ki henüz sahneye çıkmamışlar bile.. Duyduğumuz ses bant kaydıymış.. Hatta Haggard öncesi sahne alacak olan grup Kırmızı bile henüz çıkmamıştı.. Biz Haggardı kaçırmayalım diye koştururken Kırmızıyı da dinleyebilecek olmamız ikinci bir hediye gibi geliyordu.. Konser alanı çok rahattı.. İçeceklerimizi alıp çimenlere yayılıyorduk..

Ses sistemindeki aksaklıklar yüzünden böylesine gecikmişti konserler.. Kırmızı sahnede mecburen az kalabildi.. Ama kızlar sağlam böğürüyordu yav. Hem sevdim hem de takdir ettim.. Kenarda satılan albümlerini hemen aldım.. Vakit bulduğumda dinleyebilmek için.. Bildiğim bir grup değildi Kırmızı ama artık araştırmaya değer bir gruptu..

Ve gecenin ilerleyen saatlerinde Haggard nihayet sahnedeydi. Ses sistemindeki sorun giderilmişti.. Ve aynen evet aynen albümdeki gibi hiçbir eksiklik olmadan yankılanıyordu o böğürtü de o çığlıklar da o keman da o flüt de o gitar da gökyüzüne doğru.. Ben heyecandan zor duruyordum yerimde.. Reha çalan şarkının adını soruyordu.. Hiç düşünmeden The Observer diyordum.. Oysa Asis nakaratında böğüre böğüre Sleeping Child diyordu.. Reha emin misin diyordu.. Ben eminim bu Observer diyordum.. Ve o andan sonra adım “dolandırıcı”ya çıkıyordu :) Hakediyordum ne diyebilirim ki.. Sleeping Child deyişini duya duya Observer die inat etmemin ne alemi vardı ki :) Ama adam çok güzel böğürüyordu ve kimse fark etmiyordu ki ben aslında gözlerimi kapatıp o karanlık evrene geçiyordum.. O sırada diğer konuşmalar bana hep bir sisin ardından gibi geliyordu, konsantre olamıyordum.. Sleeping Child diye sesini kıstığı anda Asis, ben yine de o evrenden geri dönemiyordum..

Haggard iki saatten uzun bir süre sahnede kalıyordu hiç mola vermeden.. Değil sevdiğim 7 şarkısını da söylemek, son 3 albümün tamamını söylüyorlar.. 5 dakika bile mola vermeden, bizlere muhteşem saatler yaşatıyorlardı. Grup kendi içinde inanılmaz bir uyum içindeydi ve manyak eğleniyorlardı.. Asis böğürürken Soprano ve Flüt sürekli saçlarını sallıyorlardı, saçları bellerine kadardı, ve görüntü büyülüyordu.. Ben de böğürmek istiyordum, ben de kafamı sallamak istiyordum, gözlerimi kapatıp bir daha açmamak istiyordum, uçurumdan aşağıya kendimi bırakmak istiyordum..

Herr Mannelig’de Sopranonun sesine dalmış salınırken birden önümden Asise çok benzeyen bir adam geçiyor.. Ne kadar da çok benziyor yahu derken Rehanın beni dürtmesiyle kendime geliyor ve makinemle adamın peşine düşüyorum.. Az önce önümden geçen sesine hayran olduğum sevimli yüzlü uzun saçlı bu adam Asis işte.. Bizim aramızda dolaşıyor ve bizimle bakışıyor.. Ve ben de dibine kadar sokulup fotoğrafını çekiyorum..

Ayazağanın ayazından ayaklarımız buz tutmuş, yorgunluktan bedenlerimiz kendini koyvermeye hazırlanmış ama inanılmaz bir doyum yaşamış halde ayrılıyoruz İTÜ’den gece saat 2 ye yaklaşırken.. Henüz onun bana ileride “dolandırıcı ama dürüst sevgilim” diyeceğini, benim de onun elini tutup daha nice böğürtü dinleyeceğimi bilmiyorken..

19 Temmuz 2011



NOIR DESIR - DES ARMES


Angel Heart / Şeytan Çıkmazı tam anlamıyla gotik bir polisiye/korku/kara film..
Alan Parker’ın yönetmenliğinde Mickey Rourke ve Robert De Niro’dan unutulmaz bir oyunculuk gösterisi..

1987 yapımı bu muhteşem filmi benim gibi 2011 yılında izliyorsanız fark ediyorsunuz; Angel Heart’ın özellikle görsel açıdan sonradan bir çok yönetmene ilham kaynağı olduğunu..

Sinema tarihine dönüp baktığımızda 80’li yıllar; hem birbirine tıpatıp benzeyen tür filmleri (örneğin korku filmi furyası), hem de birbirine hiç benzemeyen, ilginç, devrim yaratacak nitelikteki filmleri yaşıyordu. Bir yandan Scorsese, Coppola ve Spielberg gibi Amerikalı yönetmenler, “klasikler dönemi” olan 70’lerdeki gibi devam edip sinemasal açıdan zengin filmler üretirken, çoğu reklamcılıktan yetişmiş olan Alan Parker, Adrian Lyne, Tony Scott ve Ridley Scott gibi bir grup İngiliz yönetmen de, reklamların önemli dili olan hızlı kurguyu sinemada etkili bir şekilde kullanarak, her şeyden önce görüntülerle bir dünya kuruyorlardı. Filmin ruh halini öykünün kendisinden çok görsel dokuyla belirlemeye özen gösteriyorlardı.
Bunun en güzel örneklerinden biri olan Angel Heart’da Alan Parker, filmin neredeyse tamamını soluk, renksiz bir dokuyla işliyor örneğin. Öyle ki "renkli bir siyah-beyaz film" izlemişsiniz gibi bir tat kalıyor izlediğinizde. Bu görsel tercih, filmin her anına işleyen kesif bir çıkışsızlık ve ümitsizlik duygusunu da besliyor.


Dikkat! Yazının devamı filmin konusu hakkında detaylı bilgi içerir, izlemeden okumayınız :)



Film, 1955 yılında geçen klasik bir dedektiflik hikâyesi gibi başlıyor. Karanlık ve puslu ara sokaklar, loş mekânlar, eski model arabalar, hatta eski model kıyafetler ve elbette ki özel dedektif.. Mickey Rourke’un oynadığı “Harry Angel” kirli sakallı yüzüyle, yüksek bel pantolonu, ceketi ve bol paltosuyla, sürekli yaktığı sigaralarıyla, kirli ve dağınık bürosuyla, bozuk ağzıyla; polisiye filmde olması gereken dört dörtlük bir dedektif portresi çiziyor. Dedektifimiz sürekli hatırlattığı gibi Brooklyn’li ve boşanma davaları gibi ufak tefek tehlikesiz işlerle uğraşıyor. Derken bir gün zengin olduğu her halinden belli bir müşteri kendisine ulaşıyor. Robert De Niro’nun unutulmayacak performanslarından birini sergilediği bu zengin ama zengin olduğu kadar da tuhaf olan adam adının “Louis Cyphere” olduğunu söylüyor. Ve bizim Harry, filmin sonuna kadar her defasında adamın adını yanlış telaffuz ediyor. Louis Cyphere, Angel’dan, kendisine olan bir borcu ödemeden ortadan kaybolan ünlü şarkıcı Johnny Favorite’i bulmasını istiyor.

Buraya kadar her şey kusursuz bir polisiye filmi gibi ilerliyor ilerlemesine de, film en başından beri bize görsel olarak, işin içinde daha korku verici bir şeyler olduğunun sinyallerini de veriyor. Hem filmin geneline yayınlan kesif bir “kötü ve kaçınılmaz sona doğru sürükleniş” hissi var, hem de filmin gerçek dünyasına ait değilmiş gibi görünen gerçeküstü sahneler..

Aslında içten içe yürütülen bir korku hikayesi ile karşı karşıyayız. İzlediğimizin bir dedektiflik filmi olduğu kadar bir korku filmi de olduğunun farkındayız. Ama film bu korkunun adını koymuyor, kaynağını söylemiyor. Neler olup bittiği konusunda film süresince karanlıktayız. Bu açıdan bakıldığında da Şeytan Çıkmazı’nda korku sineması ve polisiye sineması son derece etkili bir şekilde bütünleşiyor. İşin şaşırtıcı ve büyüleyici yanı; Alan Parker’ın sırtını temel bir korku öyküsü fikrine yaslamadan, yakıtını sadece görsel/işitsel gücünden karşılaması. Parker, 1980’li yılların korku sinemasında hemen her filmde kullanılan “şok sahneleri”ne, ani ses patlamalarına, hatta belli bir “düşman”a bile başvurmadan bir korku filmi inşa ediyor.

Film meşhur sevişme sahnesinde, tavandan damlayan sular kana dönüşüp odayı ve yataktaki iki kişiyi kırmızıya bularken, zincirleme bir “flashback” patlamasıyla her anlamda doruğa ulaşıyor. O zaman anlıyoruz neden baştan beri polisiye mekaniğinden düzenli aralıklarla koparıldığımızı. Final geldiğinde ise, film boyunca elde ettiğimiz ipuçları birleşiyor ve bütün ayrıntısıyla ortaya çıkıyor büyük tablo.
Favorite’in daha ünlü olmadan önce, ruhunu şöhret karşılığında şeytana sattığını, ancak şöhret olduktan sonra da anlaşmaya uymayıp borcunu ödemediğini, kurtulmak için ise bir ayin düzenleyerek genç bir askerin kalbini yiyerek ruhunu çaldığını öğreniyoruz. Ancak bu ayinin hemen ardından Johnny’nin askere alındığını, ağır yaralanıp hafızasını kaybettiğini ve yüzünün tanınmayacak hale geldiğini anlıyoruz. Sevgilisi Margaret Krusemark’ın babasının yardımıyla, kim olduğunu bilmeyen yüzü sargılı Johhny’yi hastaneden çıkarıp New York’a götürüp kalabalığın arasına bıraktığını öğreniyoruz. Johhny bu andan sonra kendini Harry Angel olarak biliyor, ve yıllarca da Harry Angel olarak yaşıyor.

Gerekli tüm ipuçlarını en baştan beri vermesine, hatta zaman zaman cevabı gözümüzün içine sokmasına rağmen ve hiç hile yapmayan finale rağmen, itiraf etmek gerekirse, ilk izlediğimde Johnny’nin genç askerin sadece ruhunu çaldığını, bedenini çalmadığını anlayamamıştım. Böyle olunca da epey kafam karışmıştı. Ancak ikinci kez izlediğimde bütün yap-boz tamamlandı. Final; baştan beri anlattığı her şeyle, yarattığı atmosferle mükemmel bir şekilde örtüşüyordu. Filmin başından beri hissettiğimiz “kötü ve kaçınılmaz sona doğru sürüklenme” hissi de tatmin edici bir şekilde yerine oturuyordu.


1980’li yıllarda filmin değerinden ya da oyunculukların mükemmeliyetlerinden çok, Lisa Bonet ile Mickey Rourke’un tavanından kan damlayan otel odasındaki sevişme sahnesi sebebiyle söz edilmiş. Lisa Bonet o sırada çok sevilen “Cosby Ailesi” dizisinin kızıydı. Bu örnek aile kızını böyle bir sahnede görmek, belli ki herkesi şoke etmişti. Lisa Bonet’in karakteri “Evangeline Proudfoot”un bir vudu rahibesi olması, tavukla yaptığı bir vudu ayini sahnesi ve en nihayetinde finalde ortaya çıkan “baba-kız” sansasyonunu şimdi bile uç bir sinemasal sahne sayarken, 80’li yıllardaki şoku az çok tahmin edebiliriz.



Bence Louis Cyphre rolünde Robert De Niro, sinema tarihinin en etkileyici şeytanlarından birine imza atıyor. Uzun tırnakları, sakalı, elindeki bastonu ve insanı ürperten sükûnetiyle gerçekten de unutulmaz bir şeytan tiplemesi.. Sadece replikleriyle değil karakteri için seçtiği genel hava, mimikleri, jestleri ve sesinin tonlamasıyla, oyunculuğuyla şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Özellikle bütün gücünü onun etkileyici oyunculuğundan alan ünlü yumurta yeme sahnesini eminim izleyen hiç kimse unutmayacaktır: De Niro, bazı dinlerde yumurtanın nasıl ruhun simgesi olarak görüldüğünden söz eder, yumurtayı ağır ağır soyar, tuzlar ve manidarlığı finalde ortaya çıkacak bir hareketle, Harry’ye ikram eder. Harry’nin reddetmesi üzerine de, inanılmaz etkileyici bir ifadeyle, yumurtayı ortasından ısırarak yemeye başlar!



Muhteşem De Niro’ya rağmen Angel Heart yine de bir Mickey Rourke filmi kesinlikle. Ve aslında Harry Angel tam bir anti-kahraman. Sıradan, gerçekçi, olayı değil kendisini düşünüyor, tehlikeyi anladığı anda bile yüklü miktarda paraya hayır diyemiyor. Ama Mickey Rourke bu anti kahramanı bize sevdiriyor. Bu da oyunculuğunun gücünü gösteriyor. 80’li yıllarda neden sinemanın en önemli oyuncularından biri olduğunu şimdi anlıyorum. Rourke, hemen her sahnesine karakterini kafamızda daha da oturtacak bir şeyler getiriyor. Özellikle gerçekle yüzleştiği anda yaşadığı çöküş, oyunculuğunun doruk noktalarından biri sanırım.. Bir yandan unuttuğu Johnny Favorite kimliğini ve cinayetleri aslında kendisinin işlediğini anladığı anda yıkılırken, bir yandan da Harry Angel kimliğine umutsuzca tutunmaya çalışıyor ve tekrar tekrar inkar ediyor: “Kim olduğumu biliyorum ben!”



Filmde birkaç tane unutulmayacak replik yakaladım yine..

De Niro: Salyangozlar için denenleri bilirsiniz.
Rourke: Hayır, ne derler salyangozlar hakkında?
De Niro: Arkalarında daima iz bırakırlar.

Gizli aşklar, bir sır olarak kalmalı.

Hepimizin yara izleri vardır. Yalan söylemek ve gaddarlık bazılarına çok kolay geliyor.

Yalnızca polisler ve kötü haberler kapıyı vurmazlar.

Nefret etmek için yeterli din var ama sevmek için yok.

Korkulu gözler asla yalan söylemezler.

Bilgelik ne korkunç bir şeydir.. eğer bilgeye faydası yoksa..

Kötülük bir pislik yığınıdır. Herkes kendisininkinde oturur, başkasınınkini konuşur.

Aynaya ne kadar kaçamak bakarsan bak, aynadaki aksin daima doğrudan gözlerinin içine bakar!


Son olarak film için seçtiğim şarkıdan da bahsedeyim.. Güzel bir Ağva gecesinde Reha’ya en sevdiğim karanlık şarkım olan L’Appartement’te gözlerimi kapattığımda nereye gittiğimi anlatıyordum.. Gittiğim yere O da öyle inanılmaz bir şekilde gelmişti ki hemen, ben yeri tasvir ederken O devam ettirdi ve hatta mekana katkıda bulundu.. Dönen pervaneler ilave etti havada asılı kalan nemi biraz olsun dağıtabilmek için.. Aklına filmdeki Louisiana’nın giderek artan sıcaklığı ve nemi ve tabi buna paralel olarak bardaktan boşanırcasına yağan yağmurlarıyla dolu sahneler gelmiş olacak ki bana Angel Heart’ı izledin mi diye sormuştu ertesi gün.. İzlememiştim. İşte bu muhteşem filmden böyle haberim oldu..
Filmi O’na hatırlatan L’Appartementi söyleyen gruptan başka bir şarkı seçtim ben de bu yazım için.. L’Appartement kadar olmasa da, umarım bu şarkı da o kesif küf kokusunu, sıcağı ve yapış yapış nemi hissettirebilir..