30 Haziran 2009

Vazgeçilmezlerim

.


RAMMSTEIN - ICH WILL

Vazgeçemediklerimi sormuştu Şule aylaaar önce..
yılını doldurmadan sobeleyeyim artık dedim..


Aslında hayatta tek vazgeçemeyeceğim şey KIZIM benim..
Onsuz bir hayatı devam ettirebileceğimi sanmıyorum gerçekten de..
O, gülen gözleri, yüzündeki ışıltı, kıpır kıpır yüreği ve elbette kokusu..
Bunlar benim hayatımın temelini oluşturuyor ve devamlılığını sağlıyor..
Yaşamam için bir güzellik ve amaçlar bütünü..
Kızımdan sonra da AİLEM geliyor tabiki vazgeçemediklerimde..

Küçük çekirdek ailem..


Yokluğunu derinden yaşayacağım hiç kimsenin ölümünü yaşamadım bu yaşıma kadar.. bu yüzden de kendimi şanslı sayıyorum..
Ama hayat maalesef, ne kadar acıtırsa acıtsın içini, ne kadar keserse kessin nefesini, ne kadar parçalarsa parçalasın ruhunu ve hiç kapanmayacak yaralar açsın içinde, bir gün herkesten, her şeyden vazgeçebileceğini öğretti bana da..

Şulenin de dediği gibi.. İnsan bir gün ne kadar zor olursa olsun vazgeçebiliyor her şeyden..


Onlarsız yaşayamayacağım şeyler değil de, onlarsız hayatımın eksik olacağı..
Vazgeçmek zorunda kaldığımda, yokluklarının boşluklar oluşturacağı şeyleri kısaca sıralayayım o halde ben de..


MÜZİK..
Evet kesinlikle Kızım ve ailemden sonra, vazgeçilmez tek şeyim Müzik..
Müziksiz bir hayatı ben gerçekten de düşünemiyorum artık..
Çalışırken, gezerken, yürürken, yemek yerken, içerken, sevişirken, okurken, yazarken, düşünürken, spor yaparken, sohbet ederken, seyahat ederken…
daima daima müzik hem içimde hem dışımda..


YAZMAK..
Kendimi durduramadığım bişey daha işte..
Yazmadan duramıyorum..
Heryerlere her zaman yazıyorum..
Elimin altında daima bir defter ve kalem vardır nerede olursam olayım..
Birden fazla sitem olması bile bazen kesmiyor hızımı, mailler yazıyorum..
Evet kesinlikle yazmadan duramıyorum ben..


Eş-dost-arkadaş insanlar..
Ve bunun asıl ana başlığı olarak PAYLAŞMAK..
Ben güzel olan her şeyi paylaşmalıyım..

Bu konuda kendimi durduramıyorum..
Eğer güzelse; okuduğum kitabı, izlediğim filmi, dinlediğim şarkıyı, çektiğim fotoğrafları, yağmurun kokusunu, bulutların güzelliğini, içimdeki coşkuyu, öğrendiğim herhangi bir bilgiyi.. kısacası her şeyi sevdiklerimle paylaşmalıyım..

Sanki paylaştığım an değer kazanıyor hepsi..
Hele bir de paylaştığım kişi de haz alıyorsa bundan, o an dünyanın en mutlu insanı ben oluyorum :)


EVİM – YOLCULUKLAR
Evimi çok seviyorum çok..
Hiçbir zaman evimde canımın sıkıldığını hatırlamam.. yalnız da olsam, arkadaşlarım da gelse fark etmiyor daima bir huzur ve mutluluk hakim duvarlarımın arasında..

Evimi ve evimde zaman geçirmeyi sevdiğim kadar, kendimi evimden dışarı atıp yolculuklar yapmayı da seviyorum..
Heleki bu yolculuklar hiç bilmediğim yerlere yapılıyorsa heyecandan nefesim kesilir.. Heleki bir de yolculukta yanımda sevdiğim bir insan varsa.. yada yalnızsam müziğim ve kitabım varsa..
Gittiğim yerleri, mekanları koklamaktan da, fotoğraflarını çekmekten de, insanlarını ve yaşam tarzlarını gözlemlemekten de her şeyinden müthiş keyif alıyorum..


OKUMAK..
Her kitap farklı bir büyülü dünya..
Ve ben yazarların bize sundukları büyülü dünyalarda kaybolmayı çok seviyorum.. Yazarken neler hissettiklerini düşünmeyi de çok seviyorum..
Hele bazı kitaplar yok mu, “bunu kesinlikle ben yazmalıydım” dediğim.. O kadar benden çıkmış gibi her kelimesi..
Evet Okumak da kesinlikle vazgeçilmezlerim listesinde..
Kitaplardan dergilere, bloglardan kitap sitelerine, gazetelerden mektuplara kadar her şeyi okurum..


SİNEMA
Sinemaya gitmek de, evde cipslerle birlikte sinema keyfi yapmak da, sinema üzerine yazmak, okumak ve konuşmak da yine vazgeçilmezlerimden..
Kitap gibi her film de büyülü bir dünya..


FOTOĞRAF
Fotoğraf çekmekten bir gün vazgeçsem bile fotoğraf bakmaktan asla vazgeçemeyeceğim..
Özellikle sevdiğim karanlık fotoğrafları incelemek, bir fotoğrafa dakikalarca bakmak en sevdiğim şeyler arasında..


Bunlar en temel vazgeçilmezlerim olsa da, aslında bunların dışında eksikliklerinin çok üzeceği pek çok şey var hayatımda; rüzgardan bulutlu gökyüzüne, yağmurdan denize, midye dolmadan İzmir lokmasına, şarkı söylemekten dans etmeye ve hatta şu an aklıma gelmeyen pek çok şeye kadar..


İçini tutkuyla doldurabildiğim her şey vazgeçilmezim benim..


Vazgeçilmez Sesim RAMMSTEIN dan bir şarkıyla bağlamalı bu yazıyı..
En Vazgeçilmez Şarkım Sonne olsa da, Sonne yi şurada kullandığımdan yinelemeyeyim..
Yürüyüşlerimde ve yolculuklarımda vazgeçilmez şarkılarımdan biri olan Ich Will i seçiyorum..
Ve diliyorum ki o sesteki melodideki enerji aksın içinize..

25 Haziran 2009

İki'İz

.



POLJUSCKA POLYE

Griye Veda-Renklere Merhaba Projesi adı altında; fotoğraflarla okul duvarlarının renklenmesi için yürüttüğümüz çalışmanın 6. adımını da Haziran 2009 itibariyle tamamladık.
Bu eğitim yılının son sergisi için belirlenen okulumuz İslam Uyar Anadolu Ticaret Meslek Lisesiydi..
4 haziranda gerçekleşen açılışa artık herkesçe bilindiği gibi ben gidemedim ama yukarıdaki fotoğrafım sergide yerini aldı..
Önümüzdeki yıl için umutluyum, açılışlara gideceğim :)
Bu fotoğrafı Yenişehirde gezerken çekmiştim..
Yenişehirde pek çok insanın fotoğrafını çektim zaten..
Her bir yüz, bir hayat sunuyordu bakarken size..
Ama hayatın yükünü daha küçükken ağır ağır yaşamaya başlayan çocuklar daha çok içine işliyordu insanın..
Bazılarının gözlerinde gerçekten umut yoktu.. hiç hem de..
Bazıları ise -daha küçük olanlar- kirli suratlarının içinde parıldayan gözlere sahipti..
Hayat herkese farklı şeyler sunuyordu..
Hayat herkesi farklı kılıyordu..

Ben bir sürü fotoğraf çekiyordum da, onları bilgisayarıma yükleyip bir daha geri dönemiyordum..
"Ne güzel fotoğrafların var aslında neden değerlendirmiyorsun"
diyerek içlerinden bunu seçmiş düzenlemiş ve adını koyup yorumlamıştı sevgili Ufuk Kıray..

bir örnek giyinmelerine imkanlar el vermedi sanırım..
elverdiğince ikizleniyorlar..
ardlarında
-çok belli- onları takip eden geçim derdi..
adım adım izleniyorlar..
hayata böyle
- iyi kötü - an be an iz’leniyorlar...

.

19 Haziran 2009

Donmuş Irmak

.
Dikkat bu yazı Frozen River filmi hakkında spoiler içerir :)
.


DIDO - LIFE FOR RENT

izlediğim her filmi kısa da olsa yazacağım demiştim ya..
dedim ama zamansızlığımı unutmuşum sanırım bunu söylerken..
ocak ayının sonunda izlediğim bu muhteşem filmi haziran ayının ortalarında yazabiliyorsam gerisini hiç düşünmeyeyim diyorum :)


Film daha başlangıç sahnesinde belli ediyor kendini..

Yorgun, yıpranmış bir yüz..

Acının dışarı taştığı bakışlar..
Her an yıkılacakmış hissi veren bir kadın..
Hayatın yükünü taşıyan en az yüzü kadar yıpranmış elleriyle yer gibi içtiği sigara..
Sigaranın dumanını dışarı attığı anda içinden, gözlerinden de attığı yaşlar..

Nasıl ağır ve etkileyici bir ifadeydi gerçekten, günlerce gözümün önünden gitmedi o yüz..
Tam o ağırlığa kilitlenmişken insan, kadın birden kalkıyor yerinden, eve giriyor, üstünü giyiyor, ve 5 yaşlarında bir ufaklık geliyor yanına..
Bu yorgun kadının bir anne olduğunu anlıyorsunuz..

Ve az önceki dağınıklığını çocuğuna hiç hissettirmediğini de..

İlerleyen karelerde kadının 15 yaşında bir oğlu daha olduğunu ve annesi ne kadar güçlü görünmeye çalışırsa çalışsın, oğlanın her şeyin farkında olduğunu..
Kumar bağımlısı olan kocanın evden paraları alıp kaçtığını, oysa o paranın almaya çalıştıkları prefabrik evin son taksidi olduğunu..
Kadının bir süpermarekette yarı zamanlı olarak çalıştığını ve maaşıyla değil ev taksidini biriktirmek, karınlarını bile doyuramadıklarını..


ABD ile Kanada arasındaki sınır bölge olan Mohawk’ta geçiyor hikaye..
Hayatla olan mücadeleleri ve hayattan daha çok çocukları için verdikleri ayrı ayrı mücadeleleri ile iki kadın ..
Beyaz Ray ile Mohawk Lila..
Biri tüm umutlarını çocuklarıyla yaşayabileceği bir karavan ev almaya bağlamış.. Biri ise kayınvalidesinin kaçırdığı 1 yaşındaki oğluna kavuşma umudunda.. Birbirinden hiç hoşlanmayan, birbirine çok zıt bu iki kadının hayat öyle bir kesiştiriyor ki yollarını, sınırdan insan kaçakçılığı yapmaya başlıyorlar..


Courtney Hunt, okuldan mezun olduktan sonra 10 yıl boyunca Kanada sınırında yaşayan Mohawk yerlilerini ve donmuş St. Lawrence Irmağı üzerindeki insan kaçakçılığını incelemiş. Önce aynı adla bir kısa film çekmiş ve yine kısa filmde de başrol oyuncuları aynı. Birkaç yıl sonra da ilk uzun metrajlı film olarak çekmiş Frozen River’ı..
Sıfır Derecenin altında, dondurucu soğukta sadece 24 günde çekilen bu ilk film karşısında Courtney Hunt’ı ayakta alkışlamamak mümkün mü??

Elbetteki Oyunculukların mükemmel olması da filmi muhteşem kılıyor..
Filmde hiç kimse oynamıyordu bence, herkes yaşıyordu..
ve ben Ray'in yüz ifadelerini hiç unutmayacağım..


Sert, soğuk ve acımasız görünen bu kadınların aynı çatırdayan donmuş ırmak gibi her an çatırdayıp kırılabileceğini.. kırılganlıklarını.. nasıl da güzel anlatıyordu film..
Duygu sömürüsünün tek bir karede bile barınmadığı bu gerçekçi, can acıtıcı, sert ve etkileyici film aslında çok temel kavramları da sorguluyordu bir yandan:
Doğru-Yanlış.. İyi-Kötü.. Yasal-Kanundışı..
Hiç kimseyi yargılamanın kolay olmadığını çarpıyor yüzünüze bu iki anne ve hayatları..
Bu anneler saf, masum, kurabiye pişiren temiz annelerden değil çünkü..
Ve aslında çocuklarını koruma içgüdüsünün bir kadını anne yaptığını.. ve bunun bir sınırı olmadığını güzelce işliyor..



Yönetmen boşanmış bir anne tarafından büyütülmüş..
Ben bu yüzden tüm o duyguları çok iyi yansıtabildiğine inanıyorum filminde..
Çocuklarının yanında ağlamayan, onlara her şeyin yolunda olduğunu hissettirme mücadelesi veren, ama yalnız kaldıkları anlarda bir anda çökebilen ağlayabilen anneler nasıl da vücut bulmuş Ray’in makyaj yaparken ağladığı o kısacık sahnede..
Yada Lila'nın bir ağacın üstüne tüneyip oğlunun mama yiyişinin seyrettiği anda gözlerindeki ifadede..


Donmuş Irmak.. Gri, uçsuz bucaksız karla örtülü görüntülerde her şey anlamını yitiriyor..
Önyargılar, ırkların mücadeleleri, sınırı geçebilme mücadelesi, kanunlar, toplumların birbirine olan düşmanlığı.. her şey anlamını yitiriyor..

İnsanların birbirilerini yargılamadan yaşayabildikleri bir dünyanın hayali ile..



12 Haziran 2009

Mucizevi Mandarin



RAMMSTEIN - NEBEL

"Yaşlı ve çirkin mandarin, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gel gelelim güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş; dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş. "


Bu küçücük hikaye, en nefret ettiğim şeyin "bana sunulan şefkat" olmasının ardındaki soğuk gerçeği nasıl da haykırdı birden..
Okudum.. nefesim kesildi.. mideme bir yumruk yemiş gibi kaldım.. uzun süre kitaba devam edemedim.. uzun süre üstüne başka hiçbir şey okuyamadım.. hiçbir şey düşünemedim..


Aslında hep bildiğiniz bir şeyle, hiç beklemediğiniz bir anda, hiç beklemediğiniz bir yerde karşılaşırsınız ya.. işte öyle bir şeydi.. bana en tanıdık olan şey.. ama bana en uzak olan şey gibiydi..

İkibuçuk yıl önce yazdığım 5. mevsim yazımda itiraf etmişim bunu biraz :)

Ben şefkatten hep nefret ettim.. ama bana sunulan şefkatten.. yoksa çok şefkatlidir benim yüreğim.. ihtiyacı olan herkese sunarım.. ihtiyacı olan herkese yetecek kadar şefkat barındırıyor yüreğim..
Benim derdim, bir başkasının bana şefkat göstermesinde..
Gerçekten kendimi bildiğimden beri kaçtım ben şefkatten..


Hızlı hızlı geçip gidiyor beynimden anlık görüntüler.. bölük pörçük.. toplayıp birleştiremiyorum..
Ailem ve dostlarım mesela.. Ben dertlerimi onlar dahil kimseyle paylaşmam.. bir derdim varsa kendi içime kapanır, derdimin tam olarak ne olduğunu ve nasıl çözebileceğimi bulana kadar kimseyle paylaşmam.. Ben hiç anneme ağlayarak gittiğimi hatırlamam.. yanında ağlamışlığım olmuştur mutlaka ama kendimle ilgili ağlamalarım hep kendimedir.. Çünkü onlara ağlayarak gitmek demek şefkat dilenmek demekti benim için.. bana sarılıp beni avutmaya çalışacaklar ve ben içinde bulunduğum o andan nefret edecektim.. ben anneme bir derdim var diye gitmem ama o anlar bir derdim olduğumu, didik didik etmeye çalışır içimi, sorar konuşturmaya anlattırmaya çalışır..
Zaman zaman bana çok yabancı biriyle paylaşmışımdır bu anları.. Çünkü yabancılar size şefkat göstermez ya hani.. gösteremez.. istese bile gösteremez.. çünkü adı üstünde o bir yabancıdır ve aranızda bir duvar vardır, size dokunamayacağını bildiğinizden rahatlıkla anlatırsınız derdinizi ..


Hızlı hızlı geçip gidiyor beynimden anlık görüntüler.. bölük pörçük.. toplayıp birleştiremiyorum..
iki adam geliyor aklıma.. bana yabancı olmadıkları halde çözüldüğüm, döküldüğüm önlerinde.. sonrasında pişman olduğum.. onlar bana istemediğim halde sundular şefkatlerini.. hatta hissettirmeden.. hissetsem gerçekten durduracağımdan.. önce usulca o şefkat girdi içime, sonra girdiği gibi dağıttı geçti içimi.. pişman oldum..


şefkat çok güçlü bir duygu..
şefkat bütün duvarları yıkar..
ben bunu hep bildim..
bu yüzden hep uzak durdum..
yıkılmasını istemediğim duvarlarım var çünkü benim..
yıkılırsa bütün gücümü kaybedeceğim..
mandarin gibi her dokunuşta eriyip yokolacağım..



Hızlı hızlı geçip gidiyor beynimden anlık görüntüler.. bölük pörçük.. toplayıp birleştiremiyorum..
güç tutkunu muyum ki acaba diye düşünüyorum bazen.. ama yok yok aslında bu değil.. güç tutkunu değilim ama güce ihtiyacım var.. hep oldu.. birine şefkatle sığınmak, gücümü kaybetmeme.., gücümü kaybetmek ise bir gün yolun ortasında kaldığımda yere yığılmama neden olacaktı.. oysa yolun ortasında kaldığınızda yere yığılmamalısınız.. karşıya geçmelisiniz bir an önce.. yolun yanlış tarafına geçtiğinizin de bir önemi yoktur o anda..

çünkü yolun orta yerinde kalakalmak en tehlikelisidir.. yanlış tarafa geçmekten daha tehlikeli..


Hızlı hızlı geçip gidiyor beynimden anlık görüntüler.. bölük pörçük.. toplayıp birleştiremiyorum..
Kızım diyor ki çoğu zaman; anne sen neden hiç ağlamıyorsun ?? Ağlıyorum, neden ağlamayayım ki diyorum.. bir kez bile görmedim ama ben seni ağlarken, çok merak ediyorum ben senin nasıl ağladığını, ağlarken yüzünün nasıl olduğunu diyor..
oysa ben özellikle saklanmıştım ondan ağlarken.. beni öyle görüp üzülmesin diye.. özellikle onun yanında ağlamamıştım..
Düşünüyorum.. buluyorum, onun beni ağlarken gördüğü (yakaladığı diyelim) bikaç kare.. hatırlatıyorum ona da.. aaa evet diyor.. gülüşüyoruz..


Yanlışı doğrusu yok bu duyguların.. ben böyleyim.. hiç eksikliğini hissetmedim ben kaçtığım bu duygunun.. veya hiç pişman olmadım kaçmaktan..

aksine hayatımda en pişman olduğum anların başında geliyor iki kez dilendiğim şefkat anları..
demek ki bana göre doğru olan kaçmakmış deyip ana konumuza kitaba dönmek istiyorum..


Aslı göndermişti uzun zaman önce Mucizevi Mandarin i bana..
Elimde okunacak kitaplar listesi kabarık olduğundan sıra gelememişti ki..
İmkansız Aşk ı okur okumaz içimde uyanan merakı durduramadım..

O kadını çok merak etmiştim çok..
Öyle bir kadının kelimeleri nasıl olur, duygularını nasıl ifade eder..
Hemen başladım ben de elimdeki Aslı Erdoğan kitabına..
Öyle etkilendim ki, bu etkilenişimi anlatacak doğru kelimeler bulamıyorum..
Ben yazmış olmak isterdim gerçekten.. gerçekten ben yazmış olmak isterdim bu kitabı..
Öyle çok satırın altını çizdim ki kitapta.. çizdiğim her satıra öyle güzel hikayeler uydurdum ki içimde.. öyle güzel fotoğraflarla birleştirdim ki.. hiç bitmesin istedim bu kitap.. bir ömür okuyabileceğim kadar uzun olsun satırlar..


Kitaptan çok kendimden bahsettim ama bu kitaptan pek çok alıntı yazmayı düşünüyorum zaten..

yine kitaptan, yine şefkat konusuyla alakalı bir cümleyle bitireyim en azından yazımı..
Kitabı hiç ama hiç zaman kaybetmeden alıp okumanız dileğiyle..



Şefkat, bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyor !

4 Haziran 2009

Her Neyse..

.



REDD - HER NEYSE


Biraz gevşetebilsem göğüs kafesimi
Dokunup durdurabilsem attığın yeri
Boşalttığın yere, ne koyduysam dolmuyor
Dakka başı bir of içimden hiç eksik olmuyor

Her neyse işte.. özledim seni.. o kadar

Boş düşünce balonu başımın üstünde
Bir şey yazmaz oldu senden sonra içinde
Boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor
Koşmak istesem de sana, hayat beni geri çekiyor

Her neyse işte.. özledim seni.. o kadar

Bir şiir olamadım kafiyene uyamadım
Sen kaçtın, ben kelime bulup seni tutamadım
Boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor
Dakka başı bir of içimden hiç eksik olmuyor..

Her neyse işte.. özledim seni
Her neyse işte.. böylesi hayat nereye kadar

.
.