28 Mayıs 2012


MS MR - Hurricane

Her zamanki sakinliğinde bir Perşembe sabahına uyandı Zehra. Dün geceye kadar karar verememişti İstanbul’a hangi gün gideceğine. Uyandığında tavana bakarak düşündü bir süre. Genelde Cuma günleri giderdi ve hafta sonunu birlikte geçirirlerdi. ‘Bu kez Cumayı beklemeyeyim, bugün gideyim’ diyerek fırladı yataktan. Yola çıkmadan önce evi de toparlamaya karar vermişti çünkü. Hızlı bir şekilde yatak odasını, salonu ve koridordaki dağınıklıkları toparladı, bulaşıkları makineye dizdi, makineyi çalıştırdı. Bilgisayarını açıp beş günlük hava raporuna baktıktan sonra gardırobun önünde dikilmeye başladı. Atıf’a gidişlerinin hem heyecanlı ve güzel, hem de stresli yanıydı bu kıyafet seçimi. Kaç gün kalacağına, birlikte gidecekleri yerlere ve hava durumuna göre kıyafet seçmeye çalışırdı her zaman. Ama Atıf’ın sürprizleri sayesinde çoğu zaman hiç beklenmedik programlar da oluşurdu. Zehra Atıf’ın evinde böyle ani sürprizler için birkaç kıyafet bırakır olmuştu son zamanlarda.

Hava raporu önlerindeki beş gün için soğuk olacak diyordu. 3 kazak seçti Zehra açık tonlarda. Sevdiği İspanyol paça kotunu ve Atıf’ın yılbaşında armağan ettiği şapkalı sweati. Seçimleri yaptıktan sonrası kolaydı. On aydır öyle çok gelip gitmişti ki Atıf’a, artık çanta hazırlamak çocuk oyuncağıydı Zehra için. Zaten Atıf’ın evinde sürpriz geziler için bıraktığı kıyafetlerin yanı sıra pijamaları, yedek çamaşırları, ev kıyafetleri gibi şeyler ve şampuandan diş fırçasına her türlü temizlik bakım ürünleri de mevcuttu.

Sırt çantasına giyeceklerini yerleştirdikten sonra kahvaltı hazırladı kendine. Ve bilgisayarını açıp ipodunu şarj olması için taktı, birkaç şarkı açıp kahvaltısını yaptı. Ardından e-postalarına baktı. Perşembe akşamı o haftanın gösteriminde olan filmlerinin son akşamı olduğundan, bu gece kaçırmamaları gereken bir film var mı diye göz atmak için internette araştırma yaptı. Ve uzun zamandır gösterimde olmasına rağmen izleme fırsatı bulamadığı ‘Acımasız Tanrı’ filmini gördü. Vizyonda dördüncü haftası olduğu için yarından itibaren gösterimden kalkacağına neredeyse emindi. Atıf’a bir e-posta yazıp durumu anlattı ve imkân olursa gitmek istediğini belirtti. Bilgisayarı kapatıp duşa girdi. Duştan çıktığında biraz fazla rahat hareket ettiğini anlayıp kalan az sürede planladığı otobüse yetişmek için daha hızlı hareket etmeye başladı. Saçını kurutup giyindikten sonra el çantasını hazırladı. Yeşil ciltli not defterini, yeşil kalemini, ipodunu, cüzdanını, telefonunu ve fotoğraf makinesini itinayla yerleştirdi el çantasına. Bir süredir okumakta olduğu 'Boyalı Kuş'u dün gece bitirmişti. Kütüphanesinin önüne geçip hızlıca okunmamış kitaplara göz gezdirdi. Birden çok sevdiği yazar Aslı Erdoğan'ın kitaplarının olduğu rafa takıldı gözü ve hiç düşünmeden elini uzattı. 'Taş Bina ve Diğerleri'. Kitabın ilk sayfasını açtı ve 2 yıl öncesinden bir notla karşılaştı. Ömür'ün armağanıydı kitap hatırladı. Kitabı çantasına koyup yatak odasına aynanın önüne koştu. Yüzüne kremini sürüp hafif bir makyaj yaptı ve yola düştü.

Otobüse bindiği anda, her zamanki gibi kulağına müziğini, gözlerine kitabını aldı. Yolculuklarda uzun zamandır kitabını okurken aynı anda sevdiği şarkıları dinlemeyi de alışkanlık haline getirmişti. Üstelik bu Zehra'yı diğer yolcuların gürültülerinden uzak tutuyordu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan Yalova’ya geldi bile. Otobüsten inip Pendik’e giden deniz otobüsüne bindi. Hava soğuk ve rüzgârlı, deniz dalgalı ama yolculuk süresi kısa.

Akşamüzeri, gün bitimine yakın zamanlarda indi Zehra Pendik’te. Atıf aldı onu deniz otobüsünden indiği yerde. Yemek yemek için Marina'da oyalanmadan doğru eve yollandılar. Saat 19 matinesine yetişmek niyetindelerdi. Ama trafik bu niyetlerine engel oldu. İstanbul akşam trafiğiyle kuşattı Zehra ve Atıf’ı. Radyoda 'Rock Fm' çalıyordu ama onlar çoktan sohbetin sıcaklığına kaymışlardı bile. Birlikte geçen onca zamana rağmen hiç yitirmedikleri paylaşımları bu sohbetlerdi. Birlikteyken kendiliğinden başlayan, bitmeyen, zorlanmayan ve dopdolu akıp giden sohbetleri. İkisi de hem konuşmayı hem dinlemeyi hem de öğrenmeyi seviyorlardı. Eve ancak saat sekizde ulaşabildiler. Zehra’nın çantalarını bırakıp sinema salonuna doğru yürümek üzere yola çıktılar. Hava soğuktu ama yağış olmadığı için bu temiz havada yürüyerek gitmek istedi canları. Ve 21 matinesine hızlı bir yürüyüş temposu ile yetişebileceklerini hesapladılar. Bağdat caddesinde yürümek de keyifliydi hem.

Filmin başlamasına 15 dakika kala ulaştılar Suadiye Sinemasına. Bu salona ilk gelişleriydi. Binanın yapısı ilginç ve hoştu. Soğuk alışveriş merkezi sinemaları gibi değildi. Biletlerini aldılar. Onlardan başka izleyici yoktu. Salonun kafesinden aç karınlarını biraz olsun bastırması için kraker, çikolata ve içecek aldılar. Zehra, Atıf’a “Bu kadar yürüdüğümüze değmiş, demek salonu bizim için kapatmıştın.” diye espri yaptı. Onlardan başka kimse olmadığı için fotoğraf makinesini ahşap bir barın üstüne sabitleyen Zehra, saat kurmalı bir şekilde ikisinin birlikte bir fotoğrafını çekti bu sıcak görünümlü sinemada. Filmin başlama saati geldi ve salonda en arka ortadan aldıkları yerlerine oturdular. Işıklar kapandı. Film başladı. "Carnage/Acımasız Tanrı". Zehra filmin ses sisteminde ufak bir sorun hissetti ama jenerik belki sorunludur diye düşündü. Jenerik bitti, film başladı, bu kez ses yok. Hiç ses yok. Sonra birden yüksek ses patlaması. Sonra yine sessizlik. Yine ses patlaması. Ve ışıklar yandı. Teknik ekip gelip sorunu çözmeye çalıştı. Bu arada Zehra ve Atıf da salondan çıkıp projeksiyon odasının önünde ekiple konuşmaya başladılar. Bir süre sonra “Tamam, siz yerinize geçebilirsiniz, sorun çözüldü” dedi adamlar. Zehra ve Atıf tekrar yerlerine geçtiler "Oh be" diyerek. Ama yine aynı sorun devam etti. Sessizlik. Ses patlaması. Sessizlik. Ses patlaması. Ve ışıklar yine yandı. Ekip yine sorunu çözmeye çalıştı. Bu kez süre uzadı, uzadı. Zehra ve Atıf umutlarını yitirmeye başlamıştı, artık sorunun düzelmeyeceğini ve filmi izleyemeyeceklerini düşünüyorlardı. Oysa filmde 'Christoph Waltz'ın da oynadığını okuyan Atıf da çok heveslenmişti bu film için. İkisinin de sevdiği bir aktördü. Nasıl unutulurdu ki 'Soysuzlar Çetesi'ndeki performansı ve karizması. Sonunda ekip de onayladı düşüncelerini. Evet sorun giderilemiyordu. Yapacak bir şey yoktu. Biletlerini iade edip paralarını geri aldılar. Zehra “Onların yüzünden aç karnına abur cubur yedik, çukulatalarımızın da paralarını geri versinler” dedi. Gülüştüler. Dışarı çıktılar. Hava soğuk. Sarılıp geldikleri yoldan geri yürümeye başladılar. Bu aksiliğin keyiflerini kaçırmadığına seviniyordu içinden Zehra.

Bağdat caddesi çeşit çeşit restoran ve kafelerle dolu bir caddedir çift yönlü. Atıf ne yemek istediğini sordu Zehra’ya. Ama Zehra’nın midesi zaten çok da büyük olmadığından aburcubur onun açlığını sağlam bastırmış durumdaydı. “Fark etmez” dedi Zehra. “Sen ne yersen, ben sana uyum sağlarım.” Evin hizasına gelene kadar elbet bir yerde karar veririz yürüyelim bakalım diye karar verdiler. Onlarca çeşit restoran geçtiler. Fakat evin hizasına geldikleri halde o kadar çeşitten hiç birisi onların midesinin ilgisini çekmiş durumda değildi. Hallerine güldüler. “Haydi gel, Lale İşkembecisine gidelim, bu soğuk havada sıcak bir çorba iyi gider, önce birer çorba içeriz, üstüne de ne canımız istiyorsa yeriz” dedi birden Atıf, “Ciğer de yiyelim” dedi Zehra. Ve bu kadar yürüdükleri yetmezmiş gibi yollarını daha da uzatarak Lale’ye doğru yürümeye devam ettiler.

(Acımasız Tanrı, 2.Bölüm)
(Acımasız Tanrı, 3.Bölüm)