31 Temmuz 2009

Sapanca

.


ENIGMA - BETWEEN GENERATIONS

Hayat zaman zaman farklı yüzlerini gösterir insana..
Genel gidişatından ve genel ruh halinden seni bir anda sıyırır ve bambaşka kokuların içine salıverir..


Her mekan bir koku anlamına gelir benim için..
Bu yüzden yakın arkadaşlarım bana bir yerden döndüğümde
“Nasıldı” diye değil de “Nasıl Kokuyordu” diye sorarlar..
Koklamayı benim gibi sevenler için aynı mekanda bile ne çok farklı koku vardır..


Ama bu pek çok farklı kokunun içerisinde yine de baskın bir koku çıkar gelir burnuna ve diğer tüm kokuları unutturur insana..

Yıllar sonra bile sen orayı o kokuya gömdüğünü hatırlarsın kapı aralığından süzülen incecik o kokuda..




Huzur..ve Dinginlik
Sapancaya gömdüğüm koku buydu..
Daha yolculuğun başında başlayan bu muhteşem koku sayesinde ben, hayatımın gerçekten en huzurlu 40 saatini geçirdim; bir kasım hafta sonunda, bir göl kenarında yeşilliklerin ve sessizliğin içinde..
Sonbaharın o ıssız hüznü güzel şarkılarla birleşip ne güzel bir sabah yolculuğuna dönüşmüştü..



Heyecandan uyunmayan bir gecenin yorgunluğu ile sabahın 5 inde başladı huzura yolculuğumuz.. Bursanın hemen çıkışında yaptığımız güzel bir kahvaltı sonrası sevdiğim bulutlu bir gökyüzü eşlik etti sürekli yolda..
Karanlık bulutlarla aydınlık bulutların birbirine sarılıp ayrıldığı bir sürü farklı tablo akıp geçti gözlerimizin önünden, sabahın sisi dağıldıktan sonra..



Öğlene varmadan saatler ulaştık Sapancaya..
Konaklayacağımız butik otelin önünde arabadan indiğim anda gözlerimi kapatıp deriiin bir nefes aldım içime..
İşte buydu …

Gerçekten Huzurun Kokusuydu bu…

Kasım ayına ve sonbaharın ıssızlığına rağmen yemyeşil bahçeli harika bir oteldi bizi karşılayan.. Ve güleryüzlü bir aile..
Şu an hatırlayamıyorum otelin adını ne tuhaf.. ama odamın adını hatırlıyorum: Hazan…
Hep numaralı otel odalarından sonra daha kapıda böyle güzel bir ad karşılayınca insanı, evet diyorsun .. evet her şey farklı burada..



Sahiden de gün boyu devam ediyor o farkı hissetme duygusu..
Göl kenarına indiğinizde, kafeler ve restaurantlar gölün içine doğru giden bir iskelenin sonunda karşılıyor sizi..

Gölün üstünde masalara oturup o sessizliğin ve dalıp gittiğiniz o ıssızlığın içinde yiyiyorsunuz yemeğinizi..
Gözünüzün gördüğü heryer harika..

Her yer büyüleyici..
Sanki zaman çok eskilerde donup kalmış gibi Sapancada.. Zaman akmıyor, Zaman huzurun içinde eriyip gitmiş..

Günümüzün tüm çirkinliğinden ve keşmekeşinden uzakta saklanmış kalmış eski zamanların içinde..

Bunu hissederken tam o anda bir planör geçiyor üstünüzden..
İşte bu diyorsunuz..
İşte bu, zaman yıllar öncesinde konaklamış kalmış burada..




Gün boyu gezdik..
Kah arabayla kah yürüyerek..
Göl kenarını, tren yollarını, orman kenarlarını, küçücük kent merkezini.. her daim fotoğraf çekerek..
Hiç fotoğraf çekmeyen biri meğer nasıl da iyi bir fotoğrafçıymış öğrendik :)



Yolda gördüğümüz değişik ağaçları ve meyveleri inceledik.. Kentin yerli sakinleriyle sohbetler ettik..
Akşamüstü yine kocaman yemyeşil bir bahçede çay keyfi yaptık.. Evin sahibi teyze kendi yaptığı reçellerden ikram etti..


Çay ve hamak ve huzur..
İçimde durmadan akıp duran mutluluk..
Sızar gibi kayılan bir uyku..


Akşam yemeği yiyebileceğiniz güzel mekanların yokluğu sebebiyle nerdeyse aç kalktığımız bir lokantada geçirdiğimiz saatler bile öyle güzeldi ki.. kötü yemek tatlarına sinirlenmek şöyle dursun, nerdeyse lokanta sahibinden özür diler gibi oluyorsunuz yemeklerini beğenmediğiniz için..


Çünkü işte Sapanca böyle bir yer.. Stresten, sinirlenmekten uzak, yüzlerin daima güleç bir ifadeye sahip olduğu, ama kokladığınız en keskin kokunun Huzur olduğu bir göl kenarı kenti..

Gecemizi Fransadan gelen özel bir şarap eşliğinde hiç susmadan akıp giden sohbet doldurunca.. ben ne zaman hangi vakit ve nasıl uykuya geçtiğimi hatırlamıyorum bile.. tertemiz çarşafların ve yumuşacık yastıkların arasında..

Çok geç yatmamıza ve çok yorulmamıza rağmen sabah erkenden ve çok dinç bir şekilde kalktım yataktan..

Havasından mı suyundan mı kokusundan mı bilmem ama sanki günlerdir uyumuş kadar dinlenmiş bir şekilde çıkıyor insan odadan..

Vee uzuuuuunnn keyifli eksiği olmayan bir kahvaltı ile güne başlıyorsunuz..
Köy kahvaltısı rahat bir kahvaltı masasında karşılıyor sizi..
Gazeteleriniz ve istediğiniz kadar çay..
Sanki evinde gibi insan ama öyle cıvıl cıvıl renkli bir köyevi…
Saatler süren kahvaltı ve ona eşlik eden uzun sabah sohbetlerinden sonra kırmızı sonbahar yapraklarından alıp ayrıldık bu şirin butik otelden..


Yavaş yavaş etrafı inceleyerek yola koyulduk.. Maşukiyede kısa bir fotoğraf çekimi molası verdik, yaşlı amcalarla sohbet ettik, bizi gazeteci sandılar, biz de sanmışlıklarına ayak uydurduk anında bir hikaye üreterek :) Küçük hanıma ilk ağacını aldık armağan olarak: Limon Servi si..

Kocaeli de bir fotoğraf çekim molası daha verdikten sonra, biraz sonra patlayacak olan yağmurdan önce bursaya ulaşmak için rüzgarla birlikte yeniden yola koyuluyoruz.. Orhangazi de midelerimizi nefis saç kavurma ve nefis bir tatlıyla doldurduktan sonra, sanki aylarca tatil yapmışız gibi bir hisle şehrimize dönüyoruz..




Yol ve bulutlar dünden bile güzel bir şekilde eşlik ediyordu.. Ve sürekli değişen şarkılar çalıyordu arabanın içinde.. Cranberries den Enigmaya, Kıraçtan Sezene kadar..
Hala huzura ihtiyaç duyduğum her an gözlerimi kapatıp hatırladığım ve kokusunu özlediğim bu yolculuğum için şarkı seçmek epey zor aslında..
Ama benim bütün sonbaharıma damgasını vuran Enigmadan bir şarkı seçmek istedim.. Between Generations..

Gidilen yerler ve kokusu kadar birlikte gidilen kişilerin de önemi büyüktür yolculuklarda..
Bana bu Sapanca gezimi başından sonuna eksiksiz ve muhteşem kılan arkadaşıma buradan bir kez daha teşekkür ediyor ve aslında yazmaktan çok fotoğraflarını sergilemek istediğim bu gezinin o masalsı huzurunu büyüsünü biraz olsun görebilmenizi çok istiyorum fotoğraf karelerinden..



Madem Hayat Bir Masaldı..

Sapanca gezime ait diğer fotoğrafları da görmek isterseniz:

Tarçınlı Ninni
Huzurun Dili
Son 4 Günüm
Arınma ve Özgürleşme
İki Yol
Since life was a dream…
Life is bigger than love





23 Temmuz 2009

.

RAMMSTEIN - FEUER UND WASSER

Sanki ne söylesem yeterli olmayacak, ne söylesem romanın değerini azaltacakmışım gibi..
Sanki daha önce hiç roman okumamışım da, ilk kez böyle büyülü bir dünyaya ayak basıyormuşum gibi..
Şimdiye kadar okuduğum tüm romanları unutturacak ve “işte roman budur” dedirtecek kadar baskın, yoğun, eksiksiz, büyülü, detaylı, inanılmaz..
Anna Kareninadan bahsediyorum.. Tolstoyun büyülendiğim anlatım gücünden bahsediyorum..


Bir erkek; bir kadının içi dünyasını, tutkularını, aşkını, acılarını, yaralarını, duygularını, mutsuzluğunu, tıkanmışlığını, sıkışmışlığını, direnişini, boşluğunu, iç savaşlarını böyle eksiksiz nasıl anlatabilir?
Ve 1800 lü yıllarda yazılmış olmasına rağmen bu kadar mı zamana yenik düşmez Tolstoyun bu muhteşem eseri?
Toplumlar değişti, yaşam tarzları değişti, hepsinden önemlisi kadına tanınan haklar ve toplumların kadına bakış açıları değişti..
Ama ‘Kadın gene aynı Kadın, Aşk gene aynı Aşk’.. 


Her şeyden önce şunu da söylemeliyim, ağır okunan bir kitap bu.. Öyle “al eline bir iki günde bitir” kitaplarından değil.. Şubat 1872 - Mayıs 1876 tarih aralığında, onlarca yan karakterin de etraflarında döndüğü 7 ana karakterin hayatları ve ilişkilerine dair bir şov resmen Anna Karenina.. Bu 7 ana karakterin (3 kadın 4 erkek) hepsi de birbirinden oldukça farklılar.. Bütün karakterler derin ve detaylı anlatılmış, yaşam tarzlarından tutun da hissettiklerine kadar hiçbir detay atlanmamış.. Öyle ki kitabı okudukça şunu hissediyorsunuz: “kendimi bile bunca iyi tanımıyorum ben”.. Evet resmen kitaptaki 7 karakteri de kendinizden bile daha iyi tanımaya başlıyorsunuz okudukça..


Söylemek istediğim öyle çok şey var ki kitap hakkında, öyle çok şey uçuşuyor ki beynimde, asla tam anlatamayacağımı biliyorum kitabın ve karakterlerin üzerimde etkilerini, içimde yarattığı hisleri.. Hepsine değil ama en azından 4 ana karaktere ve yaşadıkları aşklara dair bir şeyler yazmak istiyorum..



Kitaba da adını veren, yaşam dolu ama karanlık ve hüzünlü karakterimiz ‘Anna’, etkileyici ve masum bir güzelliğe sahip. Güzelliğinin yanı sıra oldukça zeki ve birikimli, Ama sahip olduğu birikimine rağmen sade ve alçakgönüllü.. Kendini ve ruhunu parçalanmaya bırakabilecek kadar tutkulu ve derin bir kadın.. Kitabın başından sonuna kadar ona ve ruhuna hayran kalıyorsunuz.. Kendinden yaşça epey büyük, soğuk, duygusuz, acımasız ve kariyer düşkünü bir kocası var. Ve çok sevdiği bir oğlu..

‘Vronski’; genç, yakışıklı, gösterişli, ünlü, başarılı bir asker.. Pek çok genç kızın hayallerini süsleyen bu asker, ilk gördüğü anda tutuluyor Anna’ya.. Bir tren garında.. Ve sürükleniyor bu büyüleyici kadının peşinden.. Bir yıl süren uğraşları sonucunda sonunda elde ediyor tutkuyla bağlandığı kadını.. Zaten Anna da bu arada aşık oluyor Vronski’ye..

Romanın en hayranlık uyandırıcı yanı; Anna’nın iç savaşlarını okurken size hissettirebilmesi. Kararsızlık anlarını, nedenlerini, kendisini ezmeye çalışan toplumla olan mücadelesini, her şeyi siz de yaşıyor gibi hissediyorsunuz. 

Özünde dürüst ve fazlasıyla tutkulu olan Anna, bu aşkı gizli saklı yaşamayı, dar vakitlere ve gizli mekanlara sığdırmayı kabullenemiyor. Yaşadıklarını kaldıramayan Anna, Vronskiyi terk ediyor ve kocasına herşeyi itiraf ediyor. Devamında olaylar tam bir kaosa dönüyor.. Üstelik Anna o sırada hamile, çok zor bir doğum yapıyor ve ölümden kıl payı kurtuluyor.. Vronski, Annasızlığa dayanamayarak kendini vuruyor ama o da kıl payı ölümden kurtuluyor..

Yaşanan onca şeyden sonra Anna dayanamayarak kocasını terkediyor, Vronski askerlik mesleği dahil her fırsatı elinin tersiyle hiç düşünmeden itiyor. İstediği tek kadın olan Annasını ve yeni doğmuş kızlarını alıp, bütün acılarını geride bırakarak Avrupaya götürüyor. Ve yepyeni bir hayata başlıyorlar.

Peki nedir bunca yaşanan şeyden sonra birbirine kavuşmuş bu iki aşığı yıllar içinde mutsuz eden ve Anayı intihara kadar sürükleyen sebep? 

Bunu anlayabilmek için ‘Anna – Vronski aşkı’na taban tabana zıt yaşanan başka bir ilişkiye ‘Levin – Kiti aşkı’na çevirmeliyiz dikkatimizi..

 ‘Levin’; genellikle olaylara herkesten farklı bakan, sosyeteden uzak, kariyer hırslarından arınmış, çiftlikte kendi halinde yaşayan bir adam.. Yüzeysel, orta düzeyde ilişkiler yürütebilecek, içinde boşlukları olmayan, bir kadını her yönüyle yaşayabilecek ve sevebilecek derinliğe sahip biri..

 ‘Kiti’; ailesine iyi bakabilmek dışında meziyetleri olmayan, güzel, saf ve iyi niyetli, kocasına deli gibi aşık bir kadın..

İki aşk ilişkisini biraz karşılaştırırsak:
Kiti – Levin aşkı temelinde “sevgi”ye dayanan bir aşk..
Anna – Vronski aşkı temelinde “tutku”ya dayanan bir aşk..

Anna, ortalama bir erkeğin doyuramayacağı kadar derin ve tutkulu bir kadın, yaşadıkça daha çok seven, sevdikçe daha da tutkuyla bağlanan, bağlandıkça daha çok sarılan bir kadın..
Vronski, yaşadıkça doyup bıkan ve uzaklaşan bir erkek, uğruna intihar edecek kadar tutkuyla sarıldığı kadın, artık tamamen onun olduğunda, tutkusu yavaşça sönen, klasik pek çok erkekten biri..

Evet Vronski tutkulu bir erkek kesinlikle, ama o tutkusunu hakkını vererek yaşayabilecek derinliğe sahip değil.. Ki bunu Anna dışında hayatını doldurmaya çalıştığı ama hepsinden kısa sürede bıktığı diğer şeylerden de bir parça anlarız.. Örneğin; resme ilgi duyup, yüzeysel bir şekilde ilgilenip, derinine inmeden doyup bırakması. Sürekli yeni şeyler arayıp, bulup deneyip, ucundan yaşayıp kendini tatmin etmesi ve sonra da bıkması..

Anna, Vronskinin asla azına razı olamayacak kadar aşkla bağlı ona.. Vronskinin onu baştaki gibi tutkuyla sevmediğini kabullendiği anda önünde kendince iki yol açılıyor.. Birincisi, böyle kabullenmek, “az da sevse yanımda olsun bana yeter” diyerek ortalama bir sevgiye razı olarak yaşamak.. İkincisi, intihar etmek.. Çünkü Ölüm, onu hem çektiği acılardan kurtaracak, hem de Vronskiden öcünü almış olacak.. Nitekim kitabın açılış cümlesi “İÇİM NEFRETLE DOLU, ÖCÜMÜ ALACAĞIM” bize daha baştan Anna’nın seçeceği yolu söylüyor. Vronski’nin ilgisizliğini, uzaklaşmasını, tutkusunun yavaş yavaş yitişini, ihmal edilişini ona çok pahalıya ödetiyor.. Kendini trenin önüne atarak ölümü seçiyor.. Vronski bu acı sondan sonra tüm yaptıklarını ve hatalarını anlıyor.. Ama ne yazık ki artık geri dönüş de yok, çok sevdiği Anası da.. Uzun süren tedavilerden sonra bile hayata dönemiyor Vronski, yaşayan bir ölü haline geliyor. En sonunda da savaşa ölmeye gidiyor..

Kuşkusuz Anna’yı intihara sürükleyen sebep sadece Vronski’nin sönen aşkı değil.. Aşkı yüzünden terk edip, babasında bırakmak zorunda olduğu oğlu.. Kocası boşanmaya razı olmadığı için Vronski’yle evlenememesi ve o dönemde toplumun onaylamadığı bir hayat sürüyor olmaları. Kocasının ve toplumun onu ‘aşağı bir kadın’ olarak ezmesi gibi pek çok faktör de var..

Ben tüm kitap boyunca Anna ile Levin’in birbirini tamamlayacak kişiler olduğunu düşünmüştüm.. Anna; ortalama düzeyde bir erkek olan Vronski yerine onu tüm derinliğiyle algılayabilecek olan Levine aşık olsaydı diye hayal kurdum hep.. Kişinin sahip olduğu derinliğin boyutu çok önemli aslında.. Ve ancak yine kendisi gibi derin bir insan doldurabilir içini, doyurabilir ruhunu.. Yoksa daha derin olan taraf hep aç.. Ruhu hiçbir zaman doymuyor..

Tolstoyun romanında iletmek istediği mesajı “Vladimir Nabakov” birkaç cümleyle çok güzel özetlemiş aslında: “Aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar !” 

Kitap 8 bölümden oluşuyor..
Tüm bu ilişkileri ve kişileri derinlemesine okurken, bir yandan da o yılların Rusyasına, yaşam tarzına, eğitim sorunlarına, hatta iller arası farklarına, aile yapılarına, köy hayatına vb. pek çok şeye dair de bilgi sahibi oluyorsunuz.. Ama sorarsanız ki kitabın hangi bölümü muhteşem? Hiç düşünmeden “7. bölüm” derim. 7.Bölüm Anna’nın intiharı ile son bulur ve uzun zaman Anna’nın son gününün etkisinden kurtulamaz belleğiniz..

Bu kadar geç keşfettiğim bu kitabı, en sevdiğim kitaplar listesinde 1.sıraya koyuyor, hala okumayan varsa çok şey kaçırdığını söylüyor ve son gününden Anna’nın bir iç monologunu yazarak ile bitiriyorum sözlerimi..

 

“Benim aşkım giderek daha tutkulu, daha bencil oluyor.
Onunkiyse giderek sönüyor, sönüyor.
Ayrılmamızın asıl nedeni bu işte.
Bu gidişi düzeltmek olanaksız.
Benim için her şey O’dur.
Bu yüzden de giderek daha çok vermesini istiyorum kendini bana.
O da giderek uzaklaşmak istiyor benden.
Başlangıçta gerçekten yaklaşıyorduk birbirimize.
Sonra önüne geçilmez bir güç ayrı ayrı yönlere çekmeye başladı bizi.
Bunu değiştiremeyiz.
Benim anlamsız bir kıskançlık içinde olduğumu söylüyor.
Saçma bir kıskançlığımın olduğunu ben de söylüyordum kendime.
Ama doğru değildir bu.
Kıskançlık değil benimki.
İstediğini bulamamanın verdiği bir bunalım.
Onun yalnız gecelerini çılgınca paylaşmak istediği bir metresten başka bir şey olabilseydim keşke.
Ama bundan başka bir şey olamıyorum.
Bu tutkumla tiksinti uyandırıyorum onda.
O da bende nefret uyandırıyor.
Başka türlüsü de olamaz.
Onun beni aldatmaya kalkışmayacağını bilmiyor muyum sanki?
Biliyorum.
Ama içimin rahat olmasına yetmiyor bu.
Beni sevmeden sırf görev duygusuyla bana karşı iyi, şefkatli davransa –benim aradığım bu olmasa da- bana besleyeceği nefretten iyidir bu.
Bana olan aşkı sona ereli çok oluyor. Aşkın bittiği yerde nefret başlar. 

 

Mutlu olmak için ne istediğimi düşünüp bulsam ne olacak?
Boşandım diyelim, oğlumu da alabildim diyelim, Vronski ile evlendim diyelim..
Ya Vronski ile aramda yeni nasıl bir duygu yaratabileceğim?
Mutluluk değil, acı dolu olmayan bir duygu sözkonusu olabilir mi artık?
Hayır!
Olmayacak bir şey bu!
Yaşam ayırıyor bizi birbirimizden.
Ben onun mutsuzluğuna neden oluyorum, o benim !
Üstelik onu da beni de değiştirmek olacak şey değil.
Her çareye başvuruldu, ama cıvata yalama olmuş.. 



Bizler yeryüzüne birbirimizden nefret etmek, bundan ötürü de hem kendimize hem de başkalarına acı çektirmek için salıverilmedik mi?
Hem onun cezasını vereceğim, hem de her şeyden de, kendimden de kurtulacağım.”

15 Temmuz 2009

Despero

.


AMY MACDONALD - RUN

Pek çok animasyonu çocuklardan ziyade yetişkinlerin izlemesi gerektiğini düşünürüm her izlediğim animasyonun ardından.. Özellikle de bir çocuğun yetişmesinde rol oynayacak yetişkinlerin...


The Tale of Despereaux da bu tür animasyonlardan biri..
Korku, Cesaret ve Umut üzerine, gerek diyaloglarıyla gerekse filmin kendi içeriğiyle verdiği mesajlar öyle doyurucuydu ki..
Küçük hanımla birlikte sinemada izlemiştik bu filmi aylar önce..


Bir fareye korkmayı öğretmeye çalışıyorlardı..
Kocaman kulakları olan küçücük bir fareydi bu..
Bütün fareler küçüktür ama bütün farelerden de daha küçüktü Despero..
Korkmayı bilmiyordu.. ve doğduğu günden beri ailesi, öğretmenleri, arkadaşları herkes ona korkmasını öğretmeye çalışıyorlardı..

Çünkü fare olmanın temel şartı korkmaktı !
Ama bizim minik Despero, ne minik olduğunun farkındaydı, (kendi düşüncesine göre bir devdi o), ne de cesaretin kötü bir şey olduğunu öğrenebiliyordu..
O bir beyfendiydi ve şövalye ruhluydu !


Film boyunca, bizim de nasıl çocuklarımıza korkmayı öğrettiğimizi düşündüm..
Evet onları kazalardan, belalardan korumak için yapıyoruz ama..
yapıyoruz sonuç itibariyle..
Önce korkmayı öğretiyor, sonra da cesur olmadıkları için suçluyoruz büyüdüklerinde :)
Bu ne yaman bir çelişki..


Filmde bir de Roscuro adından bir sıçan karakterimiz var..
Fareler iyidir, sıçanlar ise kötüdür :)
İşte bu bölümü sanki Öykü yazmış gibi hissettim ben..
Çünkü Öykünün 2 yaşından beri, hem senaristliğini hem de yönetmenliğini hem de başrol oyunculuğunu üstlendiği her tiyatrosunda :) kötü sandığınız karakterlerin hikayenin sonunda aslında iyi olduklarını anlarız..
Age Of Empires oyununu bilirsiniz.. Biz de Öykü küçükken hep Age Of Empires tiyatrosu yapıyoruz evde.. Öykü ne derse biz sadece oyuncu olarak söz dinliyoruz.. Mesela orda hani köylülere saldıran kurtlar var, o kurtlar bizim her tiyatroda meğer iyi kurtlar oluyor..
Öykü kurt rolünde, bense köylü meyve toplayan bir kadınım.. Meyvelerim bitince yeni meyve bahçeleri ararken elimde sepetimle, o da ne, bir kurt karşıma çıkıyor.. Age Of Empires oyununda kurt kadına saldırır ve sonunda biri ölür.. bizim tiyatromuzda ise şöyle devam eder:
Ben kurdu görünce çok korkarım, tam çığlık çığlığa kaçacakken, o, dünyanın en yumuşak en uysal sesiyle bana "korkma" der, "korkma ben iyi bir kurdum, seni yemeyeceğim."
Ve bir süre ben inanmam, o bana iyi olduğunu ispatlamaya çalışır, hayat hikayesini anlatır, meğer annesi babası öldürülmüş bu evsiz kalmış zavallı bir kurttur.. tiyatromuzun sonuna doğru biz çok iyi dost oluruz ve ben hatta onu evime alırım, bundan sonra birlikte yaşarız..
Diğer tiyatro oyunlarımızı anlatmayayım uzun uzun, temelde hep böyledir..
Kötü sandığımız kişilerin aslında iyi olduklarını ve sevilebileceklerini anlatır Öykü’nün bütün hikayeleri..



İşte Roscuro da sıçan olması dolayısıyla kötü sanılan bir karakterdir filmde..
oysa kötü değildir, iyidir o..
film süresince iyi olduğunu anlatmaya çabalar ve filmin sonunda da iyi olduğunu nihayet kanıtlar..
ben de bir an sinema salonunda bizim evi görür gibi olurum..:)


Film gerçekten çok iyi, izlemediyseniz mutlaka izleyin diyorum ve filmden not ettiğim o şahane diyalogları yazarak bitiriyorum..

Dahi olmanın püf noktası; herkesi dahi olduğunuza inandırmaktır.

Kahramanlar ancak ihtiyaç duyulduğu zaman ortaya çıkar.

Sıçan sıçandır sonuçta. Nerden geldiği hiç fark etmez.

Korkmayı öğrenemezsen asla fare olamazsın. Hayatta korkulacak birçok güzel şey var. Yeter ki nasıl korkunç olduklarını öğren.

Bazen büyükleri örnek almak yeter. Kimse korkak doğmaz ki.

Sen korkmasına izin vermedikçe korkmayacak.

Birşeyler acı verdiğinde; elbet bir nedeni vardır, elbet birisi suçlanacaktır.

Aslında bakılırsa prensesler çeşit çeşittir. Bazıları prenses olarak doğarlar. Bazıları gelin olurlar. Bazıları ise prenses olmayı sadece kader olarak görürler. Ancak ne olursa olsun her küçük kız bir prenses olmayı arzular.

Bazen hayallerinizin gerçekleşmesi için çok şey gerekmez. Sadece öyle olduğunu görmeniz yeter.

Kader dediğimiz tuhaf bişi sonuçta. Kaderimizle yüzleşmeye çıkarız, fakat aslında bunun farkında olmayız.

Kalbiniz bir kere kırıldığı zaman, parçaları yerine oturmaz. Parçaları çarpık ve yamuk bir şekilde birleşir. Katılaşır. Hiçbirşey eskisi gibi olmaz.

Bir insanı öfkelendiren bir durum, başka bir insanı kolaylıkla kedere boğabilir.

Kabul etmek lazım. Arkamızda duran şeyleri fark etmek zordur.

En güçlü duygu merhamettir. Çünkü tek bir merhamet gösterisi her şeyi değiştirebilir.

Ve benim filmden en sevdiğim replik:

Eğer umudunuz varsa, kimsenin tutsağı sayılmazsınız !!

.
.