31 Aralık 2012

7.odanın 2012 Enleri


Sharon Van Etten - Don't Do It 





Bu seneye dair anlatacak güzel şeylerim yok.. 

Ve daha önceki yıllarda olduğu gibi söyleyebileceğim bir sürü "en" de yok.. 
Bu senenin tek bir "en"i var:
2012 Yaşadığım En Boktan Yıldı. 

Bu kadar.

25 Aralık 2012

The Truman Show



Creed - What's This Life For 


Yönetmen: Peter Weir
Yıl: 1998
Başlangıç sahnesi: Şov programının yaratıcısı Christof’un jenerik konuşması ile başlıyor: “Artık aktörleri ve bize hissettirdikleri o sahte duyguları izlemekten bıktık. İhtişamlı gösterilerden ve özel efektlerden yorulduk. İçinde bulunduğu dünya, bazı açılardan sahte de olsa Truman'ın kendisinde yapay olan hiçbir şey yok. Senaryo yok, sufle yok. Her zaman Shakspeare gibi değil, ama samimi. Bu bir yaşam. İyi hissetmek için, televizyonlarını bütün gece açık bırakan izleyiciler biliyoruz. Benim için, özel hayatımla herkesin görebildiği hayatım arasında bir fark yok. Yaşamım... Benim yaşamım zaten Truman Show. Truman Show bir.. bir yaşam tarzı. Çok asil bir yaşam. Bu yaşam gerçekten huzurlu bir yaşam. Tamamen doğru. Tamamen gerçek. Burada hiçbir şey sahte değil. Bu şovda görebileceğiniz hiçbir şey sahte değil. Yalnızca kontrol altında.” -TRUMAN SHOW- 10.909'uncu gün.
Hikâye: Doğduğu günden beri 24 saatlik bir canlı TV şovunun yıldızı olduğunu, kendisinden başka bilmeyen kalmayan Truman Burbank’ın 30. yaşında, bir şeylerden şüphelenerek kaçmaya çalışması ve özgürlük mücadelesi.
Yer : Seaheaven Adası - Manhattan
Karakterler:
Truman Burbank (Jim Carrey): Bütün dünyanın izlediği, izlendiğini bilmeyen adam, 30 yaşında.
Christof (Ed Harris): Şov programının yapımcısı ve yönetmeni


Ya hayatımdaki herkes benim hikâyemde oynayan birer oyuncuysa?!

The Truman Show, 1998 yılından, daha 'Biri Bizi Gözetliyor' tarzı yarışma şovlarının olmadığı yıllardan, çok katmanlı, büyüleyici bir film. Sıradan filmlerden değil.

Truman Burbank, bir adada, mutlu ve huzurlu ve sakin bir kasabada yaşamaktadır. Güzel bir karısı, annesi, iyi bir dostu, arkadaşları, komşuları, işi vardır. Her şey sorunsuzdur hayatında. Ama adını koyamadığı büyük bir eksiklik vardır aslında. Gidememektedir. Truman çok istemesine rağmen o adadan başka hiçbir yere gidememektedir. Çocukken babası denizde gözünün önünde öldüğünden o günden beri denizden korkmaktadır. Hava veya kara yoluyla gitmeye kalktığında da mutlaka aksilikler çıkmaktadır. Çünkü aslında bu kasaba gerçek bir mekân değil bir film setidir. 24 saat aralıksız devam eden bir tv dizisinin setidir. Adanın her yanına yerleştirilmiş 50.000 kamera Trumanın yaşamını sürekli takip eder ve montajsız kurgusuz bir şekilde ekrana canlı olarak aktarır. Dolayısıyla adada yaşayan herkes dizinin bir parçası yani oyuncusudur. Truman’ın annesi karısı ve en yakın arkadaşı dahil herkes. Şov büyük bir başarıdır. İnsanlar 29 yıl boyunca bu programı hiç durmadan izlemişlerdir. “Bir Yıldız Doğuyor” şeklinde sunulan doğumunu 1.7 milyar insan izlemiş, ilk adımı 220 ülkeden takip edilmiştir. Başlangıçta tek bir kamerayla başlayan şov Truman büyüdükçe teknolojinin de ilerlemesiyle 50.000 kameraya ulaşmıştır.


Bir insanın hayatı, bütünüyle gizli kameraların karmaşık ağıyla kaydediliyor ve canlı yayın ile, montajsız, yirmi dört saat, haftanın yedi günü bütün dünya tarafından izleniyor. Herkes izlendiğinin farkında olmayan bir adamı izliyor!



Truman 30 yaşına geldiğinde hayatıyla ilgili bazı şeylerden şüphelenmeye başlıyor. Gökyüzünden bir spot lambası düşüyor bir sabah!? Ama hemen akabinde radyoda bir haber geçilerek toparlanıyor durum: lambanın bir uçaktan düştüğü ve neyseki kimsenin yaralanmadığını söylüyor haber. Yıllar önce ölen babasıyla karşılaşıyor, bunu da hemen kılıfına uyduruyorlar ve aslında babasının ölmediği ama hafızasını yitirdiği için senelerdir ortalıkta olmadığı anlaşılıyor.



Filme hayran kalmamak mümkün değil. Yönetmen Peter Weir, aslında Trumanın hayatını , bizim hayatımızın bir metaforu olarak kullanmış. Çağdaş toplumu kıyasıya eleştiriyor ve toplumsal, kültürel, dinsel, ailesel tüm kurumlara isyan edip özgürleşen, gerçek benliğini ancak böyle bulan ve korkmayıp buna sahip çıkan bireyi övüyor.

Film, Truman’ın hayatındaki insanların yaptıkları “rol”lerle, bizim günlük hayatta üstlendiğimiz “toplumsal roller”e gönderme yapıyor.

Bir röportajda şovun yaratıcısı Christof’a telefonla bağlanan bir seyirci sorar:
“Truman bunca yıldır neden hiç şüphelenmedi?”
Christof'un cevabı kısacık ama çok çarpıcıdır:
“Dünyanın gerçekliğini, bize sunulan haliyle kabul ederiz. İşte bu kadar basit.” 

Yani biz seyirciler, Truman, hayatın kocaman bir yalan olduğunu nasıl anlamaz diye düşünürken Weir bize bir başka soruyla yanıt veriyor:
“Siz nasıl anlamıyorsunuz?”


Truman’ın karısı taksitlerini ve sorumluluklarını hatırlatmaktadır, bebek istemektedir. Annesi zaten çoktan oğlunun sınırlarını çizmiş ve o sınırların dışına çıkmaması gerektiğini kafasına yerleştirmiştir. Öğretmeni; “dünyada artık keşfedilecek yer kalmadı, zaten her yer keşfedildi” diyerek onun merakını ve heyecanını söndürmüş, kâşif ruhunu öldürmüştür. Medya da sürekli dış dünyanın tehlikelerinden, kasabanın güzelliğinden bahseder. E bir de fobisi vardır: Deniz! Truman kapana kısılmış gibi bu huzurlu adaya kısılmıştır aslında. Çıkışı yok gibidir. Hayatındaki her şey şunu vurgulamaktadır: “ELİNDE OLANLA YETİNMEYİ ÖĞREN, HİÇBİR ŞEYİ DEĞİŞTİRME!”

Size çok tanıdık gelmiyor mu yukarıdaki paragraf?
Bizim hayatımızdan bir farkı var mı?
İşte tam da bu noktada çok emin olarak söyleyebiliriz ki: Film, bütün bu kişilerin, kurumların ve korkuların, bizim hayatımızda da özgürlüğün ve gerçekliğin önünde engel olduklarını gösteriyor.


Weir Tanrıyı da metaforlaştırıyor. Şovun yaratıcısı Christof = Dünyanın yaratıcısı Tanrı!
Christoph, Truman’ın yaşayacağı kasabayı tasarlar, gerekli olan yerde iklim ve hava durumunu belirler, kaderini çizer, kime aşık olacağını, engellerini, hayallerini, her şeyini “O” belirler. Ve bunu yaparken, Truman’a kötülük değil iyilik yaptığını düşünmektedir. Bu yüzden Truman’ın aslında şikayet etmeye bile hakkı yoktur. Çünkü “O”, Truman için bir cennet yaratmıştır.



Fakat Truman artık şüphelerinin kıskacından kurtulamaz, yalana tahammülü kalmaz ve adadan çıkış yollarını arar. En sonunda en büyük korkusunu yenerek denize açılır. Set ekibi ve Christof, onun geri dönmesini sağlamak için denizde fırtına dev dalgalar yaratırlar fakat Truman pes etmez ve sonunda o fırtınaları da atlatır. Tam artık kurtulduğunu sanıp güneşli denizde ilerlerken teknesi bir den gökyüzüne çarpar! Çünkü onun gökyüzü olarak yıllardır gördüğü şey aslında gökyüzü görünümlü set duvarıdır.

Kendisine sunulan dünyanın gerçekliğini reddeden Truman, cesareti ve azmi sayesinde yaratıcısını yenmiş ve sahte dünyanın sınırına ulaşmıştır. Ve tam o sınırda şovun yaratıcıyla aralarında bir konuşma geçer:
Truman: "Hiçbir şey mi gerçek değildi?"
Christoph: "Sen gerçektin!
(Truman’in adı “true man” yani “gerçek insan”, sahte dünyadaki tek gerçek insan) 
Seni izlemeyi bu kadar güzel yapan da buydu. Beni dinle Truman. Dışarıda, senin için yarattığım bu dünyadan daha fazla gerçeklik yok. Aynı yalanlar. Aynı ikiyüzlülük. Ama benim dünyamda korkacak hiçbir şeyin yok."


Şimdi Truman’ın önünde özgür ve gerçek bir dünyaya açılan kapı durmaktadır. Bu kapıyı araladığında Truman’ı zifiri bir karanlık karşılar. Yani: BELİRSİZLİK!
İşte asıl cesaret gerektiren nokta burasıdır.
Eski, alıştığı ve güvenli olduğu hayatı bırakmak ve içerdiği tüm belirsizliğe rağmen yeni hayata başlamak! 

The Truman Show.. Hem iğneleyici, hem dokunaklı, hem komik, hem de derin..



Fragman:


14 Aralık 2012


Sezen Aksu - Şinanay


Ne rüzgâr engelleyebilir onları, ne de yağmur… Ne kar yağdığında mola verirler, ne de güneş eritecek kadar kızgın olduğunda... İki kıta arasında gün boyu salınıp dururlar… Denizin tuzlu sularını köpürte köpürte, bizi gitmek istediğimiz yerlere taşırlar…



Hayat gün geçtikçe daha da hızlı olmamızı gerektiriyor. Çünkü hayat gün geçtikçe zorlaşıyor, bizi de zorluyor. Hep bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz. İşyerimize yetişmeye, evimize yetişmeye, çocuklarımızın okuluna yetişmeye, sinemaya yetişmeye, konsere yetişmeye, toplantıya yetişmeye, bir randevuya yetişmeye, uçağa yetişmeye… Yetişmek söz konusu olduğunda, denizi de içine alan bir şehirde, en hızlı ulaşım araçlarından biridir Vapurlar. Şehir içi trafiğinin keşmekeşine girmek istemediğinizde, korna sesleri arasında bunalmak istemediğinizde kendinizi atacağınız bir cankurtaran gibidir Vapurlar. Özellikle de İstanbul için. Gidilmesi gereken yer ‘Karşıda’ ise ilk aklımıza gelen şey deniz yolu ile ulaşım ve dolayısıyla da Vapur olur.



Martılara eşlik etmek, onlarla birlikte süzülmek demektir vapurla yolculuk etmek. İyi bir vapur yolcusu olmanın da kuralları vardır elbette. Kendine bir, martılara iki simit alarak çıkılır yola ve vapuru takip eden bir martı çetesi yaratılır. Martıların havada yaptıkları pikeler ya da denize düşmüş simit parçalarına pike yapışları, hayranlık duyularak seyredilir, mutlu olunur. Kulaklarımızda martıların çığlıkları, burnumuzda tuzlu suyla bütünleşmiş bir yosun kokusu, gözlerimizde ise 7 tepeli bir şehri arkasına almış martılar, 7 tepeyi örten masmavi bir gökyüzü ve damlacıklarını bize fırlatan Marmara’nın tarih kokan denizi vardır. Simit parçalarını kapmaya çalışan martıları fotoğraf makineleriyle avlayan fotoğraf tutkunlarını da unutmamak gerekir. İstanbul’un görüntüsüyle bütünleşmiş Vapurun etrafındaki martı çetesi, birbirinden güzel kareler çıkartır ortaya, fotoğrafçı her deklanşöre bastığında…



Vapur Kadıköy’den hareket ettiğinde, “Haydarpaşa Tren İstasyonu” tüm heybetiyle gözler önüne serilir. Anadolu’dan gelen her insanın İstanbul’daki ilk durağı olan bu gar, İstanbul-Bağdat Demiryolu Hattı’nın başlangıç istasyonu olarak inşa edilmiştir ve TCDD’nin de ana istasyonudur. Garı geçer geçmez “T.M.O’nun siloları” karşılar vapur yolcularını. Siloların arka tarafında ise “Marmara Üniversitesi” ve “Selimiye Kışlası” uzaktan göz kırparlar. Üsküdar’da III.Selim tarafından Nizam-ı Cedid askerleri için inşa ettirilmiş olan Selimiye Kışlası, günümüzde I. Ordu Komutanlığı merkez binası olarak kullanılmaktadır. Tarihin olanca yüküyle gözlerinizin önüne serilen Anadolu yakasından bir an için bakışlarınızı kopardığınızda ise aşkın, sevdanın, ulaşılmazlığın ve yalnızlığın simgesi haline gelmiş olan “Kız Kulesi” ile göz göze gelirsiniz. Binlerce yıllık tarihe tanıklık eden Kız Kulesi adeta İstanbul’un imzasıdır. Kız Kulesinin büyüsüne kapılıp arkadaki “Salacak”ı görmeden geçmek olmaz. İyi bir Vapur yolcusu, Kız Kulesi’nin karşısında bulunan kıyı şeridini ve tepeyi de hayranlıkla fark edecektir.



Vapura binince, üst katın açık kısmına bir telaşla çıkıp vapurun gidiş yönünü göz önünde bulundurarak, en iyi manzaralı yere oturma telaşı boşuna değildir anlayacağınız. Bir yolculuk ücreti ödeyerek tarih seyreder, büyülenir, rahatlar ve uçarsınız. Çünkü Vapurlar tuzlu suların kanatsız kuşlarıdır. Sanırım onlara da en çok martılar yakışır…



Vapura Üsküdar’dan binilecekse, daha vapurun kalkmasını beklerken, Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri olan Üsküdar “Mihrimah Sultan Camii”ni hayranlıkla seyre dalarsınız. Mihr-i Mah’ın anlamı Güneş ve Aydır. Ve Camii den sabah güneşin doğuşu, akşam ise ayın doğuşu izlenebilmektedir. Sonra bakışlarınızı Harem yönüne döndürürseniz, Üsküdar Salacak arasında denizin hemen kenarında minyatür bir şaheser olduğunu hissettiren Mimar Sinan’ın en küçük ama en güzel eserlerinden birinin “Şemsipaşa Camii”nin tadını çıkartırsınız. Bu camiye halk arasında “Kuşkonmaz Camii” de denir, çünkü rivayete göre üstüne kuş konduğu görülmezmiş.



Ve vapur hareket ettikten sonra, sol tarafta Haydarpaşa Limanı’nın devasa vinçlerinin ardından eskinin tevazusuyla yükselen Selimiye Kışlasına, sağ tarafta Avrupa Yakasında “Dolmabahçe Sarayı”nın ufak kardeşine benzetilebilecek olan “Ortaköy Camii” sizi çift koldan kucaklarlar. Halk arasında Ortaköy Camii olarak bilinse de gerçek adı “Büyük Mecidiye Camii”dir. Sultan Abdülmecit tarafından Neo Barok tarzında yaptırılan bu cami, oldukça zarif bir şekilde Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleşmiştir. Vapur ilerlemeye devam eder ve gözleriniz Kuzey Afrika İslam Mimarisi’nin en güzel örneklerinden biri olan “Çırağan Sarayı”na takılır kalır. 18. yüzyılda Beşiktaş kıyılarını süsleyen denize nazır saraylar ve bahçeler 'Lale Devri' diye bilinen 'Çiçek ve Müzik Aşkı' döneminin en önemli simgelerinden sayılmıştır. Çırağan Sarayı’nı da geçtikten sonra beton kalabalığının ortasından “Yıldız Parkı” başını uzatır. İçinde “Malta Köşkü” ve “Çadır Köşkü”nü barındıran bu harika parktan gözlerinizi daha alamamışken Vapur birden Anadolu yakasına doğru ani bir dönüş yaparak sizi Kız Kulesi ile şenlendirir. Şenlendirir mi yoksa hüzünlendirir mi, o da yolcudan yolcuya değişir…



Eminönü’ne yaklaşınca hangisine bakacağınızı şaşıracağınız bir güzellikler bütünü ile karşılaşırsınız. “Tarihi yarımada” sizi kendinizden geçirir. 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun idare merkezi olan ve padişahların yaşadığı “Topkapı Sarayı”, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olan ve mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası yaratan “Ayasofya”, mavi, yeşil ve beyaz çinilerle bezenen ve bu yüzden Blue Mosque olarak ünlenen, külliyesiyle birlikte İstanbul’daki en büyük yapılardan biri olan “Sultan Ahmet Camii” derken “Galata Köprüsü” ve ona tepeden bakan “Süleymaniye Camii” artık son vurgun yediğiniz yer olur. Bugün İstanbul’un geleneksel ikonlarından biri haline gelmiş olan Galata Köprüsü, Yeni İstanbul (Karaköy, Beyoğlu, Harbiye) ile Eski İstanbul’u (Sultanahmet, Fatih, Eminönü) birbirine bağladığı için “iki kültürü birbirine bağlayan köprü” olarak bilinir. Hemen orada yükselen Süleymaniye Camii, Mimar Sinan tarafından yapılmıştır ve klasik Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden biridir. Yapıldığı zamandan günümüze dek yüzlerce deprem gerçekleşmesine rağmen, duvarlarında en ufak bir çatlama bile meydana gelmemiştir.



İnsanın ikiden fazla gözü olmalı ve bu gözlerin hepsi de farklı yerlere bakabilmeli vapur yolculuklarında. Ancak o zaman seçim yapmak zorunda kalmaz, bunca büyüleyici güzellik arasından hangisinde hülyalara dalacağına dair… 



 Hangi güzergâh olursa olsun, nereden nereye gidiyor olursanız olun, iyi bir vapur yolcusu olmanın birkaç kuralına daha değinmeli. En iyi manzaralı yeri kapmak, martıları simitle beslemek, fotoğraf çekmek ve İstanbul’un büyüsüne kapılmak dışında tabi…

Evde elinize geçse tek bir bakış dahi atmayacağınız gazete veya dergi, vapurda karşınızda oturan kişinin elindeyse, en ince detayına kadar okunmalıdır. Bu güdü, daha vapur koltuğuna oturur oturmaz içinizi kaplar.

Makine dairesinin aralık kapısından karmaşık valfler, pistonlar, basınç göstergeleri ormanına bir bakış atıp aşağıda kazana kömür atan kürekli adamlar var mı diye merak ediyorsanız eğer, endişelenmeyin, normal bir vapur yolcususunuz.

Her vapurun arka kısmında mutlaka çocuklar vardır. Pervanenin deniz suyunu bembeyaz köpüklere boğmasını coşkuyla izleyen, yüzlerinden heyecanları okunan çocuklar…

Ve elbette seyyar satıcılar… Başka yerde pek bulunmayan enteresan ürünler satan seyyar satıcılar. Özel limon suyu elde etme cihazı, camın iç tarafında kalarak dışını da silebileceğiniz mıknatıslı silecek, kabak, havuç, salatalık soyacağı vb. Tiratlarını ustaca ve teklemeden şakıyan satıcılar, kimse çağırmasa da “Hemen geliyorum hanımefendi” diyerek talebin canlı olduğu izlenimini vermeyi de çok iyi başarırlar.



Nice aşkların doğuşuna sebep olan vapur karşılaşmaları ise apayrı bir yazı konusudur aslında. Kadının vapura binişini, yürüyüp oturuşunu, etrafına bakışını, martılara ve denize gülümseyişini, belki kendine bir çay söyleyişini ve çantasından kitabını çıkarıp okumaya başlamasını seyreden ve daha o dakikada aşkın gizemli sularına dalan delikanlılar… Erkeğin denize ve İstanbul’a dalmış gözlerinin neler düşündüğünü çözmeye çalışan kadınlar… Aşk hep bir tesadüfün ardında gizli ve belki de en güzel tesadüfler de bir vapur yolculuğunda saklı…




Her daim, her yere ve her duyguya hitap edecek bir şarkı bulunur ya hani Sezen Aksu’dan… Mırıldanmazsak olmaz tam da şimdi, Melih Cevdet Anday’ın kelimelerinde hayat bulan bu hoş melodiyi…

Ada vapuru yandan çarklı
Bayraklar donanmış cafcaflı
Simitçi, kahveci, gazozcu
Şinanay da yavrum şina şinanay
Şinanay da şinanay hoppa şinanay

Estirir de ada yeli estirir
Seni sevindirir beni küstürür
Lüküs kamarada kimler oturur
Şinanay da yavrum şina şinanay
Şinanay da şinanay hoppa şinanay

Müslümanı, Yahudisi, Urumu
İsporcusu, ihtiyarı, veremi
Kiminin saçı uçar kiminin eteği
Şinanay da yavrum şina şinanay
Şinanay da şinanay hoppa şinanay

Estirir de ada yeli estirir
Seni sevindirir beni küstürür
Lüküs kamarada kimler oturur
Şinanay da yavrum şina şinanay
Şinanay da şinanay hoppa şinanay

Not: Bu yazım JETLİFE dergisinde, başka bir fotoğrafçının fotoğrafları ile birlikte yayınlanmıştır. Ben de kendi siteme kendi fotoğraflarımdan derlediğim bir seçkiyle birlikte yazmak istedim. Fotoğraflara mutlaka tıklayarak büyük boyutlu halleri ile de bakın. Yazıyı yazmamda özellikle camilerin yerleri konusunda bana yardımcı olan Alper ve Reha'ya bir kez daha teşekkür ediyorum.

Yazı ve Fotoğraf: Fatoş Avcıoğlu