29 Şubat 2012

Sevgili - Marguerite Duras



Tori Amos - Winter


“Bir sonraki buluşmamız Marguerite Duras’ın ‘Sevgili / L'Amant’ kitabı ve Jean-Jacques Annaud’un 'L’Amant / The Lover' filminin karşılaştırması üzerine olacak.” dedi Mario Levi ile edebiyat-sinema buluşmaları atölyesine katılan sevgili arkadaşım Alper.. Daha önceki davetlerine ya kitabı okuyamadığımdan ya da zaman uygun olmadığından gidememiştim.. Ama Duras’a olan hayranlığım yüzünden bunu kaçıramazdım.. Sevgili’yi çok merak etmeme rağmen henüz okumamıştım.. Hemen kitabı aldım, 102 sayfaydı ve fakat ben Duras’ın parçalı ve zor dilini bildiğimden bu 102 sayfanın öyle oturup tek seferde okunamayacağını da biliyordum.. Kitabı okumak için iki günüm vardı ve bu iki günde adeta büyülendim.. Yıllar önce yaşanmış bir tutkunun içinde kayboldum.. Duras’ın sanki sarhoşken, sayıklar gibi, hatta kusar gibi yazdığı bu romanın içinde, parçalı ve karışık anlatımının içinde, ben de sarhoş oldum.. Ve o sarhoşlukla yeniden yollara düşüp İstanbul’a atölyeye gittim..

Bu yazımda sadece kitaptan bahsetmek istiyorum. Bir sonraki yazımda da filmden bahsederim. Hoş, sadece kitap hakkında bile tek bir yazıda bitiremeyeceğime eminim söylemek istediklerimi.

Duras, Sevgili adlı özyaşamsal romanını 1984 yılında yazıyor. Yani tam 70 yaşındayken! Ve romanda 15.5 yaşında başlayıp 17 yaşına kadar devam eden ağır ve şiddetli bir cinsel tutku odaklı olan ilişkisini anlatıyor. İnanılmaz değil mi? 70 yaşına geldiğimizde bırakın yazmayı, ne kadar hatırlayabileceğiz ilk gençlik yıllarımızı ve yaşadıklarımızı? Nitekim Duras da, defalarca dönüp dönüp yeniden görselleştirdiği, o çok önemli, enn önemli , bütün hikayenin başladığı ilk görüntü anını, Kuzey Çinli sevgili ile feribotta birbirlerini ilk gördükleri anda üzerindeki kıyafetini anlatırken itiraf ediyor hatırlamanın güçlüğünü..


“Ham ipekten bir giysi var üzerimde, yıpranmış, neredeyse saydam. Önceleri annemindi, sonra bir gün fazla açık bulduğu için giymez oldu, bana verdi. Kolsuz bir giysi, yakası da çok açık. Ham ipek kullanıla kullanıla kurum rengine girer, bu da öyle. Anımsadığım bir giysi. Bence yakışıyor bana. Belime bir meşin kemer takmışım, belki de erkek kardeşlerimden birinin kemeri. O yıllarda giydiğim pabuçları anımsamıyorum, kimi giysileri anımsıyorum yalnızca. Çoğu zaman ayaklarım bez sandallar içinde çıplaktır. Saygon Koleji’nden önceki dönemlerden söz ediyorum. O dönemden sonra hep ayakkabı giydim elbet. O gün altın rengi lame pabuçlarımı, ünlü yüksek topuklularımı giymiş olmalıyım. O gün bundan başka bir pabuç giymiş olabileceğimi düşünemiyorum, öyleyse onları giyiyorum. Annemin indirimli satışlardan aldığı indirimli mallardan. Liseye giderken bu altın rengi lameleri giyiyorum. Değerli taş taklitlerinden oluşmuş küçük nakışlarla süslü bu gece ayakkabılarıyla liseye gidiyorum. Böyle istiyorum. Ancak bu pabuçlarla katlanabiliyorum kendime. O gün küçük kızın kılığında şaşırtıcı, aykırı kaçan şey, pabuçlar değil. O gün önemli olan şey, küçük kızın başına düz kenarlı, geniş, kara şeritli, gül ağacı renginde yumuşak bir erkek şapkası giymiş olması.

Görüntünün belirleyici bulanıklığı bu şapkada.


Nasıl geçmişti elime, unuttum gitti. Kim vermiş olabilir bilmiyorum. Sanırım, benim isteğim üzerine annem almıştı. Kesin olan bir şey varsa, o da indirimli satışların indirimli mallarından olması. Alınmasını nasıl açıklamalı? O dönemde bu sömürgede hiçbir kadın, hiçbir genç kız erkek şapkası giymezdi. Yerli kadınlar da giymezdi. Şöyle olmuştur herhalde: Eğlence olsun diye şöyle bir giymişimdir bu şapkayı, sonra satıcının aynasına bakmış, şunu görmüşümdür: Görünüşümdeki biçimsiz incelik, bu çocuk yaşımdan gelen kusur, erkek şapkasının altında başka bir şey oluvermiş. Doğanın hoyrat, önlenmez bir verisi olmaktan çıkmış. Tam tersine, aykırı bir seçimi olmuş onun, düşüncenin bir seçimi olmuş. Birdenbire istenivermiş işte. Birdenbire bir başka kız gibi görüvermişim kendimi, bir başka kız nasıl görülürse öyle, dışarıda, herkesin önünde sürülmüş, bütün bakışların önünde sürülmüş, kentlerin, yolların, arzunun dolaşımına sokulmuş durumda. Alıyorum şapkayı, bir daha ayrılmıyorum artık ondan, benim olmuş, tümüyle kendine bağlamış beni, bir daha bırakmıyorum artık onu. Pabuçlara gelince, onlar da böyle olmuştur kuşkusuz, ama şapkadan sonra. Şapka nasıl cılız bedene ters düşüyorsa, pabuçlar da öylece şapkaya ters düşüyor, öyleyse onlar da tam bana göre demektir. Onları da bırakmıyorum artık, her yere bu pabuçlarla, bu şapkayla gidiyorum, her havada, her fırsatta bunlarla dışarıya çıkıyor, bunlarla kente iniyorum.”



Duras işte aynen böyle sayıklar gibi yazıyor bu romanı.. Bir sarhoşluk hali hissettiriyor insana.. Bölük pörçük, kırık hatta zaman karmaşasının bile çok yoğun hissedildiği bir anlatım.. Bu alıntıladığım bölümde hem Duras’ın o sayıklar gibi yazımına tanık oluyor insan, hem de 'yaşarken yazmak' ile sonradan 'hatırlayarak yazmak' arasındaki o farka.. Tam da bu noktada Mehmet Açar’ın Çok Uzaklarda Bir Yaz romanını hatırlamamak olmaz.. Hafızanın tekinsiz sularında korkmadan yüzen, gerçeğin yaşadıklarımız mı yoksa hatırladıklarımız mı olduğu sorusunu çivi gibi beynimize çakan roman.


Duras, 1984 yılında Goncourt Edebiyat Ödülünü alan bu romanında 'eksilti' sanatını büyük bir ustalıkla kullanıyor. Olayları, durumları, duyguları en kestirme yoldan ve yalın bir şekilde sunuyor. Nasıl da kırçıllı bir dil, pürüzlü bir anlatımı var! Ama nasıl da doğal ve şiirli aynı zamanda.. İmgelemi çok güçlü! Başı sonu belli olan ve düz bir seyirde ilerleyen bir hikayeden çok, dağınık bir anılar toplamının karmaşasıyla ıslatıyor bizi Duras.. Ufalanmış, parça parça olmuş bir aşk öyküsünün toplamı, tamamlanmış olan resmi, ancak kitap bittiğinde anlaşılır oluyor..


Bu bağlamda romanının konusunu özetlemeye çalışırsam:

Kız; 15.5 yaşında, yaşına göre fazla cılız ve küçük, babası ölmüş, yaşanan bir sürü olumsuzluklar nedeniyle katıksız bir umutsuzluğa yakalanmış aralarında çözümsüz anlaşılmaz tuhaf bir gerilimin olduğu annesi, öldürmeyi düşleyecek kadar nefret ettiği büyük ağabeyi, ve adı konmamış taparcasına bir sevgiyle bağlı olduğu ortanca ağabeyi olan, o zamanlar Fransız sömürgesi Çinhindi’de Saygon Kolejinde okuyan, çok yoksul bir Fransız.
Oğlan; Kuzey Çinli bir milyonerin oğlu, 28 yaşında, gezip tozup para yiyip kadınlarla yatmaktan başka pek bir iş yapmamış, Fransa’da gittiği üniversiteyi de bitirememiş, aslında baba parası olmasa tam bir “kaybeden”.
Kızın annesi başka bir şehirde öğretmen, ve bu sebeple kız liseyi yatılı okuyor. Bir tatil bitiminde Saygon’a dönerken feribotun küpeştesinde,üzerinde ilerledikleri Mekong Irmağı’nı seyrederken karşılaşıyorlar ikisi. Kız fakir ve küçük olmasının dezavantajının yanında çok büyük bir avantaja sahip.. Doğuştan gelen bir avantaja.. Bir “beyaz” O. Kuzey Çinli adam daha en başta bu beyaz üstünlüğünden ezik bir şekilde yaklaşıyor kıza.. Ne sahip olduğu paralar, ne indiği siyah limuzin, ne de üzerindeki ipek kıyafetler bu ezikliği yok edemiyor.. Elleri titreyerek yaklaşıyor kıza..
Ve Duras, resmi çekilmesi gerekirken çekilememiş bu ilk anın görüntüsünü romanda defalarca anlatıyor farklı kelimelerle, önemini hissettirebilmek için..
Bu küçük genç kız ile olgun delikanlı arasında bir ilişki başlıyor.. Adam ilk andan itibaren tutkun küçük kıza.. Kız ise tamamen bir merak ve heyecanın sürüklemesiyle yaşıyor ilişkiyi.. Adam aşık, parçalanıyor, ağlıyor, acı çekiyor.. Kız ise hep güçlü ve kendini yatak dışında asla koyvermeyen, umursamayan, önemsemeyen bir kimlikle yaşıyor ilişkiyi.
Hemen belirtmekte fayda var.. Sevgili, şimdiye kadar okuduğum kitaplar arasında erotizm dozu en yüksek kitaptı. Zaten ilişkideki en güçlü karakteristik özellik de ikisinin arasındaki karşı konulamayan cinsel istekti. Her ne kadar Duras tüm bunları yine az kelimeyle anlatsa da ve ben daha önce Anais Nin’in Venüs Üçgeni kitabını okumuş olsam da.. Duras’ın imgelemi öyle güçlü, anlatımındaki parçalı şiddet kendini öyle hissettiriyor ki evet okuduğum en erotik kitap bu diyebilirim.

Başlardaki yoğun şehvetin zamanla şefkate geçişini de çok güzel anlatıyor Duras. Şehvet şefkate, aşk sevgiye dönüşüyor, ve adam kızı çocuğu gibi sevmeye başlıyor..

Kuzey Çinli sevgilinin babası, kızın beyaz (üstün ırk) olmasına rağmen asla bu ilişkiyi onaylamıyor. Evleneceği kız yine bir Çinli ve yine zengin bir aileden, daha on yıl öncesinden kararı verilmiş.
Öte yandan küçük kızın ailesi de bu ilişkiyi hiçbir zaman onaylamıyorlar. Onlara göre bir Çinliye asla aşık olunmaz. Üstelik de bu Çinli bedenen çok zayıf, yani ailenin yine bu yönüyle de küçümsediği aşağıladığı bir tip.
Yani bu ilişkinin mutlu bir son ile bitmeyeceği daha en baştan belli. Daha o feribottaki ilk kareden belli. O yıllara, tutuculuğa, kızın dışlanmasına, adamın utanmasına sebep olmasına rağmen bütün Saygon’da adlarının çıkmasına rağmen bu ilişki 2 yıl kadar sürüyor. Ta ki kız Fransa’ya gidene kadar.. Ve bir feribotta başlayan ilişkileri yine bir feribot ile sona eriyor..

Küçük genç kız ve Kuzey Çinli Sevgili aralarında hiçbir zaman eksiksiz bir iletişim kuramıyorlar. Arasıra kursalar ya da kurduklarını sansalar da, kısa bir süre sonra kopukluk yeniden başlıyor. Ve yeni baştan sessizliğe gömülüyorlar.. Bu sessizliği hatta ikisinin de ıssızlığını öyle güzel hissettiriyor ki Duras, gözümüzün önünden film gibi akan bu ilişkinin içerisinde çok az konuşma barındırdığını, tüm gücünü tutkudan aldığını, ikisinin de ne denli yalnız olduğunu, acı çektiklerini, hatta zaman zaman nefes alamadıklarını bile hissediyoruz.. Duras tam olarak böyle söylemiyor ilişkileri için ama kitabı okuyan herkes eminim ki Duras’ın yazdığı kelimelerden çok asıl yazmadığı kelimeleri de okuyabiliyor. Çünkü gerçekten inanılmaz güçlü bir anlatımı var. Bunca dağınık ve savruk ve zamansız daldan dala atlayan paragraflar, kitap bittiğinde içinizde öyle bir birleşiyor ki.. Devamında bu ilişkinin ıssızlığı da, tutkusu gibi acısı da oturuyor içinize! O çıkışsızlığı, o imkansızlığı bir an yıkabilecekleri umuduna kapılıyorsunuz onlarla birlikte.. Yalnızlığın duvarlarını yıkmak gibi geliyor adeta.. Ama onlar başaramıyor, çıkmazlar dikiliyor karşılarına.. Herkes sağır bir ağaç figürüne dönüyor ilişkilerinde.. Hiç kimse gerçeği anlamıyor.. Hatta kendileri bile.. Ve hiçbir şey olmuyor.. Hiçbir şey gelmiyor ellerinden.. Tükeniyorlar.. İçlerine, yalnızlıklarına gömülerek tüketiyor ve tükeniyorlar..


Biliyor musunuz kitap hakkındaki söyleyeceklerimin daha yarısı bile değil bunlar ama bir blog yazısı için de epey uzun olmuş.. Anlatmak istediğim ve alıntıladığım pek çok şeyi başka yazılara bırakıp toparlayayım artık..


Duras, bir yandan ana konu olarak bu ilişkiyi anlatsa da, geri planda da ailesini işliyor.. Annesi ile olan zorlu ve kırılgan ve tuhaf ilişkisini, ağabeyleriyle olan çarpık ilişkisini, kısacası tüm aile fertlerinin birbirileriyle normal olmayan ilişkilerini, dönemin Saygonunu ve kent yaşamını, Pasifik’in kenarında aldıkları ve tüm mal varlıklarını yitirmelerine neden olan arazinin aile üzerindeki etkilerini..


Atölyede pek çok şey konuşuldu ama en çok tartışılan konu küçük kızın, Çinli sevgilisini gerçekten sevip sevmediği idi. Gerçekten sevmiş miydi yoksa sadece parası için ve kendini tatmin etmek için kullanmış mıydı? Belki de annesinden intikam almak için yapmıştı her şeyi?
evet tartışılan sorular genelde bu çerçevede idi.


Benim yorumum ise şöyle oldu:
Kız Çinliye aşık olabilirdi. Çinli iyi bir aşıktı ve kızın her anlamda başını döndürüyordu. Ama kız daha en başta Çinli’nin onunla evlenemeyeceğini, ailesine kabul ettiremeyeceğini, güçsüz olduğunu, başaramayacağını anlamıştı. Nitekim kitapta şu şekilde bir cümleyle özetler bunu 50.sayfada:
“ Babasına karşın beni sevecek, alıp götürecek gücü olmadığını anlıyorum. İkide bir ağlıyor, çünkü beni korkunun ötesinde sevecek gücü bulamıyor. Kahramanlığı benim, düşüklüğü de babasının parası.”
Yani kız sonunun olmayacağını, Çinlinin bir gün gidip bir başka kızla evleneceğini, çok acı çekeceğini daha ilk günlerde anladı ve bu yüzden asla bu ilişkiye kendini bırakmadı. Tutkusuna boyun eğdi yalnızca. Ama duygularını ilk zamanlarda dondurdu. Ta ki 2 yıl sonra Fransaya gitmek üzere feribota binene kadar.. İşte ne zaman ki ilişki bitmişti, yalnız kalmıştı, ağladı kız.. ağladı..

Bu romanı okuduktan sonra Duras’ın edebi gücünün yanında samimiyetine ve açık sözlülüğüne de hayran olmamak elde değil.. Öyle sırlar ifşa ediyor ki aslında bunları çoğu zaman insan kendine bile itiraf edemez.. Zaman zaman kendi ağzından, zaman zamansa üçüncü bir ağızdan anlatır gibi yazmasının nedeni de budur belki de.. Çünkü bazen yapıyordum ediyordum şeklinde yazıyor. Bazense küçük kız öyle yapıyordu şöyle yürüyordu şeklinde yazıyor.. Ne olursa olsun sağlam bir yürekle ortaya sakınmadan korkmadan dökülüyor. Belki de Duras bu romanı yazarak kendini de affediyor..

“Çocukluğuma ilişkin kitaplarımda anlattığım öykülerde neleri söylemekten kaçındığımı, neleri söylediğimi bilemiyorum birden, annemize beslediğimiz sevgiyi söylediğimi sanıyorum, ama ona beslediğimiz kini de söyledim mi, sonra birbirimize beslediğimiz sevgiyi, sonra bütün durumlarda, sevgide olduğu gibi kinde de bu ailenin öyküsü olan ortak yıkılış ve ölüm öyküsünde, bugün bile kavrama gücümü aşan, etimin en derin yerlerine gizlenmiş, doğumunun ilk günündeki bir bebek gibi kör, hala benim için erişilmez kalan öyküsünde, birbirimize duyduğumuz korkunç kini de söyledim mi, bilmiyorum. Eşiğinde sessizlik başlayan yerdir o. Sessizliktir burada olup biten, yaşamım boyunca süren bir ağır gelişmedir. Hala orada, bu büyülenmiş çocuklar önündeyim, gizem de hep aynı uzaklıkta.

Yazdığımı sandım, ama hiç yazmadım, sevdiğimi sandım, ama hiç sevmedim, kapalı bir kapı önünde beklemekten başka bir şey yapmadım hiçbir zaman!!”

7 yorum:

Leylək Xəlifə dedi ki...

Yazarak kendini affetmek...ilginç :)

Murat dedi ki...

Sen çok güzel kitap eleştirisi yapıyorsun , bunları niye dergilere falan göndermiyorsun, ya da gazetelerin kitap eklerine falan?

Ahmet dedi ki...

profil resmini değiştir, gözlerini gizleme bence [:)]

Mel dedi ki...

Senin anlatımın da en az anlattığın şey kadar etkili. Ne güzel! :)

Aaron dedi ki...

filmini çok zaman oldu izleyeli fakat ilk karşılaşma sahnesi ve arabadaki ilk dokunma sahnesi hala aklımdadır...

Gilraen Telrunya dedi ki...

Neredeyse her satırının altını çizerek okudum gercekten. Bazı yerleri geri dönüp tekrar okudum Duras'in anlatımında bazen kendisi bazen 3. Kisi olarak anlatmasından dolayı... Evet bir o kadar dağınık, hayal gibi anlatım, bir o kadar da o anlatımın icinde kaybolmak duygusu... Okurken izlemek, seyretmek gibi sanki yazılanları. Sonra senin yazına tekrar dondüm. Çok güzel anlatmissin çok güzel yazmissin. Ama dediğin gibi yazılacak konuşulacak çok şey var daha kitapta. Bu arada bence de kız çinliyi sevmişti ama sonunu biliyordu... Sevgiyle kal...

Adsız dedi ki...

Bu kitabın bir cümleyle anafranil söyler misiniz?