21 Ağustos 2009

Çok Uzaklarda Bir Yaz

.

Heather Nova - Heal


Hani adlarını hatırlamadığımız, bizim için hep “birilerinin arkadaşı” olan insanlar vardır..
Geçmişten bir anıyı hatırladığımızda adı gelmez aklımıza, adı dilimizin ucundadır da işte Ali ile Mustafa’nın arkadaşı.. Cem ile Selim’in arkadaşıdır O.
Mehmet Açarın, Çok Uzaklarda Bir Yaz adlı dördüncü romanında; tüm kitap boyunca adını hiç söylemediği böyle bir anti kahramanın hikayesini, onun kendi ağzından, anılarını hatırlayarak yazması yoluyla bize kadınları, ilişkileri, aşkları, kıskançlığı, acıyı, ayrılmayı, ayrılamamayı, kendine yenilmeyi, vazgeçmeyi, mutsuzluğu, mutluluğu, 70 li 80 li 90 lı yılları, çocukluğunu, gençliğini, aşık oluşunu, egosuna yenilip sevdiği kızı usulca kaybedişini, geri kazanmak için yaptığı mücadeleleri, sönüşü, sevişmeyi, farklı kadınları, farklı ilişkileri, farklı duyguları, yani koskoca bir hayatı anlatıyor..
Fakat daha en başında uyarıyor bizi..
Bir an’ı yaşarken yazmak ile yıllar sonra hatırlayarak yazmak arasındaki farkı sürekli hatırlatıyor size..
Hafızamızın bize yaptığı oyunları, belleğin çok tekinsiz bir coğrafya olduğunu ve geçmişin aslında çok uzak bir ülke olduğunu..
Ve zaten en sonunda da soruyor üstüne bastıra bastıra bize:
“Geçmiş, hatırladıklarımız mı, yoksa gerçekte yaşananlar mı?”


Benim gibi hafıza problemi olan bir insan için bu kitabın apayrı bir önemi var elbette..
Çünkü benim hep kendi kendime kaldığım zamanlarda sorguladığım bazı temel şeyleri sorguluyordu aslında bu kitap da..
Hemen aklıma 2 yazım geliyor bu noktada..
Biri: 2007 nisanında yazdığım Divorce un son paragrafında yazdığım cümle…
Bir diğeri ise benim kendi kendime çok sorduğum bir soru: Ya Öyleyse


Yazarın hafıza, bellek, geçmiş, hatırlama gibi olgular üzerine yaptığı tespitlerin her biri aforizma niteliğinde benim için ve ben de bu aforizmaları daha sonra farklı yazılar olarak paylaşmak istiyorum mutlaka sizinle..


Hep doğru zamanlarda doğru kitaplar çıkar karşıma..
Sakın Kımıldama ve Anna Karenina kitaplarının hayatıma girdikleri zamanlar hep en doğru zamanlar olmuştur pek çok şeyi çözebilmem ve adlandırabilmem için..
Çok Uzaklarda Bir Yaz da böyle oldu..
Benim gibi ilişki fakiri birinin anlayamadığı, çözemediği, ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremediği, karar verse de uygulamada zorlandığı ve bu yüzden en katlanamadığı şey olan belirsizliği yaşadığı ve hep yaşadıklarından uzaklaşıp bir de uzaktan bakmaya çalıştığı bir dönemde geldi girdi hayatıma kitap..
Kendime yaşgünü armağanı olarak seçmiştim bu yıl..
Ne doğru bir seçim yapmışım..


Okuduğum en samimi kitap bu sanırım bir erkeğin ağzından..
Erkeklerin anlayamadığımız soğukluklarının, ilgisizliklerinin ardında yatan düşüncelerden tutun da, iki tarafın da birbirini çok sevdiği ve kaybetmek istemediği dönemlerde bile birbirlerinden ne kadar farklı yaşadıklarını aynı ilişkiyi, zincirlerin nerelerde koptuğunu, geri dönüşü olmayan sokakları, hepsini öyle sade bir dille anlatmış ki..
Sanki uzunca yazılmış bir blog yazısı gibiydi kitap adeta..
sade.. sıcak.. samimi ..


Kitap hakkında aslında söylemek istediğim çok şey var..
Ama ben onun yerine son cümle olarak şunu söylemek istiyorum: Farklı türde ilişkileri, bir aşk ilişkisinde yaşanan süreçleri, kavşakları, ve kadın ile erkeğin iç dünyalarındaki farklılıkları bikaç günde elinizden hiç bırakamayacağınız bir kitapla anlamak istiyorsanız, bir gün bile kaybetmeden, daha bugün gidip alın bu kitabı.. ve su gibi akıp giden bu anılar deryasında kendinizden pek çok şey bulun.. ve karşınızdakinden bulamadıklarınızı da..


Kitapta pek çok satırın altını çizdim.. Ve ben dayanamayarak şimdi araya fazla girmeden bu adsız kahramanımızın aşık olduğu kadını, ilişkilerinin süreçleri dahilinde anlattığı bölümlerden bir derleme yapayım istiyorum.. Bundan sonraki bölüm romanın konusu ve içeriği hakkında fazlasıyla bilgi içerir.. Kitabı alıp okumak isteyenlerin okumalarına pek gerek yoktur :)

 

“1984 sonbaharında, onu etkilemek için elimden gelen her şeyi yapmaya hazır “salak bir oğlan çocuğu”ndan farksızdım ama onun içtenliği ve dürüstlüğü beni de kısa süre içinde olumlu yönde değiştirecekti. İlk görüşmelerimizden itibaren benimle konuşmaktan hoşlandığını belirtmekten kaçınmaz, “Bu çok farklı bir yaklaşım”, “Senin çok farklı bir zekan var”, “Hiç böyle düşünmemiştim” gibi cümleler kurarak beni kendimden geçirirdi. O ilk zamanlarda, Nilüfer’in kendine ait duygusal bir dünyada, insanların kötücül niyetlerinden habersiz yaşayan, iyi kalplı saf bir melek olduğunu düşünür, bu düşüncelerimi onunla paylaştığımda şirin bir çocuk gibi gülümseyip, tatlı tatlı bana baktığını görürdüm.
O yıllarda kitap okurken, birşeyler öğrenmeye, yazmaya ya da üretmeye çalışırken bunların kısa yada uzun vadede bir işe yarayacağını, bana entelektüel bir güç sağlayacağını ümit ederdim. Onunsa bu tür hesaplarla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını gözlemledikçe ona karşı hayranlığım ve sevgim daha da artıyordu. Nilüfer’in Suç ve Cezayı okurken tüm kalbini Dostoyevskiye açmış olduğunu ve bu sayede benden çok derin bir biçimde satırların altında yatan anlamla buluştuğunu ve karakterlerle adeta birebir ilişkiler kurabildiğini fark etmiştim. Okurken algısının kapılarını sonuna kadar açabiliyor ve birçok metinle benim kuramadığım derinlikli ilişkiler kurmayı başarıyordu. Öte yandan, o da benim yaklaşımlarıma hayranlık duyduğunu söylüyor, analitik ve farklı bir zekam olduğunu vurguluyordu.
Nilüferin karşısında neysem o olmam gerekiyordu çünkü o öyle davranıyordu.”






İşte aşık olduğu kadını ilk tanıdığı zamanlarda bu şekilde anlatıyor kahramanımız..
İlk önce O, kızdan etkilenir, uzun zaman dillendiremez ve iç dünyasında hislerini giderek büyütür. Çok iyi arkadaş olup neredeyse tüm vakitlerini birlikte geçirirler. Kahramanımız kıza iyice tutulur. Aşkının artık doruğa çıktığı bir zaman Nilüfere söyler. Nilüfer reddeder. Arkadaş kalmak yetiyordur kıza. Ve adam birden gider ! bu gidişin ardından Nilüfer aslında onun hayatına ne kadar çok yerleştiğiyle yüzleşir. Onu asla kaybetmek istemediğini anlar. İster sevgili ister arkadaş ne olursa olsun hayatında kalmasını ister. Her şeye razıdır, yeter ki kaybetmesin. Ve kahramanımızı arar. Böylece artık “sevgili” oldukları dönem başlar..



“Nilüferin “sen ne yaparsan yap, ne dersen de, ben seni kaybetmek istemiyorum, bu arkadaşlık benim için çok değerli” anlamına gelen açıklamalar yapmasından sonra benim için gerçekten konforlu bir süreç başlamıştı. Her şeyini kaybetmiş bir aşığın rahatlığı vardı üzerimde. Her an gitmeye, her şeyi bırakmaya hazırdım. Onun istediği arkadaşlığa karşıysa gönülsüz ve kayıtsızdım.
Nilüfer sürprizlerle dolu biriydi ve asıl önemlisi, böyle olduğunun farkında bile değildi. O masum, çocuksu bakışlarıyla yalansız dolansız bir melekten farksızdı benim için.
Duyguların saklanmasına değil, hemen belli edilmesine alışmış biriydi..
Ben daha ilk anlardan itibaren Nilüferi bir ömür boyu yanımda istediğimi biliyor ama onu kaybetmekten korkuyordum. Nilüfer ise onu yeterince sevmediğimi düşünüyor, bana bağlanmaktan ve daha çok aşık olmaktan korkuyordu.


Ben uzun soluklu bir maratona hazırlanır gibi, sakin olmak istiyor; kendimi, duygularımı ve hatta Nilüfer’in tutkusunu dahi gemlemeye çalışıyor, bizi bekleyen geleceğe odaklanıyordum. Bu ilk döneme, gelecekte yaşanacak büyük bir aşkın; huzurlu, kalıcı bir ilişkinin temelinin atılacağı bir geçiş süreci olarak bakıyordum. Nilüfer ise bırakın geleceği, bir sonraki günü bile düşünmüyor, aşkını tutkusunu şimdiki zamanın içinde bütün yoğunluğuyla hiç bastırmadan yaşamak istiyordu. Nilüfer sayesinde bir ilişki sırasında sevmenin, aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu ilk kez anlıyor, yıllardır benim adına aşk dediğim şeyin sadece idealize edilmiş bir hayale ulaşma özlemi olduğunu görebiliyordum. Nilüfer kadınlara karşı duygularımın geçmişte bir yerlerde kilitlenip kaldığını, beni çözmekte çok zorlandığını, benim yüzümden bu aşkın tadını çıkartamadığını söylüyordu.
Bazen bana tatlı tatlı küser, uzun uzun sitem ederdi. Bir gün yine bana sitem ederken: “İyi ama ben sana çok aşığım.” dediğimde, dudak büküp, “Sen aşktan ne anlarsın ki? Aşk senin için, güzel bulduğun bir kızı elde etme tutkusundan başka ne ki, söyler misin?” deyince cevap vermekte zorlanmıştım. bir an aynada kendimi görür gibi olmuştum.
Bana tatlı bir huzur ve rehavet hissi veren sınırsız şefkatiyle beni her geçen gün biraz daha şımartıyor, sürekli hediyeler alıyor, küçük hoş sürprizler yapıyor, hayatımızı sürekli renklendiriyor ve güzelleştiriyordu. Öyle ki benim bir şey yapmama gerek yok diye düşünüyor, kendimi ona ve onun sevgisinin yumuşak kucağına bırakmam yetiyordu.
Nilüfer çabuk kırılır, çabuk tepki gösterir ve aniden içe kapanıp küserdi. Sorun mutlaka benim bir duyarsızlığımdan kaynaklanırdı.
Bir keresinde Bebek’te caddede yürürken çabuk davranmış, onun da yanımdan geldiğini düşünerek karşıya geçmiştim. Uzunca bir süre hiç geçmeden bekledikten sonra bana hiç bakmadan başını çevirip yürüyüp gitmişti. Peşinden koşmuş, kendimi affettirmek için diller dökmüştüm. “Bu basit bir şey gibi görünüyor ama değil” deyip durmuştu. Bencilliğimden, benmerkezciliğimden şikayetçiydi. Değişmek için çabaladığımı söylediğimde, “Aşık olan bir insan niye çabalasın ki, her şey içinden gelir.” demişti. !!!


İlişkimiz benim için bir tür duygusal eğitim gibiydi. Nilüfer sayesinde kadınları daha iyi tanıyor, bir ilişkinin nasıl sürdürülmesi gerektiğini öğreniyordum. Nilüfer benim yıllar sonra kavrayacağım bir şeyi, yani bir insanın devrimi önce kendi zihninde yapması gerektiğini, sezgisel olarak çözmüştü. Bu konuda beni ne kadar derinden etkilediğini ve düşüncelerimi ne kadar çok değiştirdiğini anlamam için daha çok vakit geçmesi gerekiyordu. İlişki sırasında bunların farkında değildim. Kaldı ki, bana olan aşkının verdiği özgüven nedeniyle kendimi ve düşüncelerimi çok fazla sorgulamıyordum.


Şimdi düşünüyorum da, gerçekten aşıktık birbirimize. Nilüfer içtenliği ve dürüstlüğüyle hem benimle hem kendisiyle çatışıyor, uç noktalarda dolaşmaktan çekinmiyordu. Basit şeyler için benimle tartışıyor, küsüyor, naz ve kapris yapıyor, telefonlarıma çıkmıyor ama sonra gecenin bir yarısı arıyor, beni çok sevdiğini, bütün bunların aşktan kaynaklandığını söylüyor ve beni genelde hep aynı nedenlerle eleştiriyordu. Çok kontrollü davrandığımı, kendimi aşka ve tutkuya bir türlü bırakamadığımı söylüyordu. İlk başta beni korkutan bu hallerine giderek alışmış, onun bana olan tutkusunu çok sever hale gelmiştim. Ne var ki, Nilüfere ne kadar aşık olduğumu ve onu ne kadar çok sevdiğimi söylemem, onu her zaman sakinleştirmezdi.”


Evet kahramanımız çok sevilmenin ve önemsenmenin yarattığı müthiş ego tatmini dolayısıyla, Nilüferi gerçekten çok sevse de, onu kaybetmemek için bir çaba harcamamakta, sadece sözlerle onu çok sevdiğini dile getirmektedir. Oysa Nilüfer ona duyarsızlıkları sebebiyle ne kadar çok kırıldığını defalarca dile getirmekte, ama bunun karşılığında bir özür ve sevgi sözcükleri duyup davranışsal olarak hiçbir düzelme olmamaktadır.
Ve bir gün yine kahramanımızın duyarsız bir davranışı sonucunda Nilüfer artık o keskin virajı döner.. aylardır yaşadığı o büyük tutkuyu aşkı dizginler ve usulca uzaklaşmaya başlar sevdiğinden.. dibe vurmuştur, fazlasıyla kırılmış, çabalamış ama hiçbirşeyi değiştirememiştir. Karşısında onu çok sevdiğini aşık olduğunu söyleyen bir adam vardır ama sözleriyle davranışları tutmuyordur.. içinden usulca vazgeçmeye başlar..
Kahramanımız durumu anlar.. Onu bu kez gerçekten kaybetmeye başladığını anlar.. Ve uzun bir mücadele, geri kazanma savaşını başlatır.

“Kimileri ilişkilerin iki devresinden söz eder. İlk devre her şey güzeldir, ikinci devredeyse düşüş başlar. Haklı olabilirle ama aşk dediğimiz şey, bazen ilişkinin gidişatından bağımsız çok daha karmaşık bir süreçtir. Aşka, özünde bir hastalık olarak bakarsak, Nilüfer üç ayda şiddetli ve ateşli bir nöbet geçirdikten sonra iyileşip ayağa kalkmış ve aramızda yaşanan şeyi bir kadın-erkek ilişkisine çevirmeyi başarmıştı. Benim aşkımsa çok derinlerde, kimsenin farkında olmadığı tehlikeli bir hastalık gibi ağır ağır büyümeye devam ediyordu. Nilüfer iyileşip normal bir insana dönerken, ben giderek daha çok acı çeken bir aşığa dönüşüyordum.
İlişkimiz devam ediyor ama kaldığı yerden değil, daha başka bir yerden. Çok istememe rağmen bir daha asla o üç aya dönemiyoruz. Her şeyi deniyorum, daha çok sevmeyi, daha fazla üstüne düşmeyi ama olmuyor, Nilüferin aşk hastalığı geri gelmiyor. Benimkisi ise ilerledikçe ilerliyor.”


Evet sevdiği kadını kaybettikten sonra anlayan kahramanımız ve Nilüfer arasında daha uzun yıllar şekilden şekle girerek devam ediyor iletişimleri.. ama bir daha asla o güzel “sevgililik” dönemini yaşayamıyorlar. Ve sadece yıpranış oluyor geride kalan yıllar..
Kendimi durdurmazsam kitabın daha pek çok yerini yazacağım sanırım.. ama daha ne çok yer var paylaşmak istediğim of.
En iyisi şu hoş tespitle bitireyim artık. Hala kitabı ilgi çekici bulmayan varsa da onlara yapacak bişi yok diyorum. Hemen alın okuyun bu kitabı :)

“İlk zamanlar güzelliğine, dinginliğine ve o her şeyi anlayacak kadar duyarlı duran yüz ifadesine kapılıp gitmiştim. Başlangıçta, çocukken bol miktarda seyretmek zorunda kaldığım eski Hollywood ve Yeşilçam filmlerindeki o güzel, iyi kalpli, melek gibi kızlardan farksızdı. Filmlerde erkekler böyle bir meleğin sevgisini bir kez kazanırlarsa, asla kaybetmiyorlar, bu melek gibi kızlar ne yaparsanız yapın size hep aşık kalıyorlardı. Oysa Nilüfer o meleklerden biri değildi ve bir melek olmamakta çok haklıydı. Onu bir melek olmadığı için suçlayamazdım. Bunu yapmak için çok geç kalmıştım.”

17 yorum:

Leylək Xəlifə dedi ki...

güzel anlatılan ilginç kitap :)

banu dedi ki...

üzülüyosun NİLÜFER için kendini onun yerine koyuyosun daha çok üzülüosun ama galiba bütün erkeklerde war biraz bu umursamazlık taki kaybedeceklerini anlayana kadar.ama bu bi kısırdöngü erkeğe herzamn gidibileceğini hissettirmek lazım yada ayrıntılara onlar kadar öenm wermek (buda çok zor)

NiYa dedi ki...

kitabı alıp okuyasım gelsi.
kesinlikle doğru.
bir olay o gün hemen yaşandıktan sonra yazılsa bile değişiyor.
hem unutuluyor hem de insanoğlu yeterince dürüst olamıyor kendine.
motaigne de denemelerinde bundan bahseder.
teşekkürler bu kitabı paylaştığın için=)

şule dedi ki...

kitabi okuyup begenmistim ama cok etkilendigimi soyleyemeyecegim. sonra bir kac kez, bazi seyler aklima geldi ara ara ama uzerinde durmadim. simdi senin yazdiklarini okuyunca, kitabi daha sevdim sanki :)

OveD dedi ki...

İş ararken iş ilanlarında çok sık görürüm “ikna yeteneği olan” şeklindeki ifadeyi. İki gün önce bir iş görüşmesine giderken metroda gördüm yazını ve yol boyunca okuyup bitirdim. Görüşme, tüm iş görüşmeleri gibi iğrenç geçmişti ve ben dönerken görüşme yerine senin yazını düşünmeyi tercih ettim. Yürürken yazının bazı yerlerine tekrar göz attım ve bulduğum ilk kitapçıya girip çok az olan paramın bir kısmını daha gözden çıkararak kitabı aldım… Dedim ki, Fatoş’taki bu ikna yeteneği bende olsa, işsiz ve parasız bir adam olmazdım herhalde:)
Bir günde bitirdim kitabı ve şimdi kısa olmasını umduğum bir yorumda ne söyleyebilirim diye düşündüm, en az 272 saatlik bir sohbetle ancak anlatabileceklerimi. Üstelik senin yazdıklarından sonra…
Sanırım notlar halinde yazmak en iyisi…
Tarihçi Carr’ın Tarih Nedir kitabı benim için bir başucu kitabıdır ve tarihe ve elbette kişisel tarihe dair çok şey düşünmüşümdür o kitaptan sonra. Bu kitapta yazarın hafıza ve anılara dair söyledikleri bana bir tür tamamlayıcı ve somutlayıcı bir okuma oldu…
Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı, pek çok yazarı etkilemiştir diye bilirim. Hatta kimi yazarlar bu etkiyi açıkça ortaya koyar ve yazdıklarından benzer bir tat alırsınız. Örneğin, Beni Asla Bırakma ya da Bukowski’nin Ekmek Arası. Bu kitabı okurken çok fazla o tadı damaklarımda hissettiğimi söylemeliyim… Özellikle, “büyümek ve olgunlaşmak…” diye başlayan cümlelerde.
Çok yerin altını çizdim, bazen çizmekten vazgeçtim, sonra yeniden çizmek istedim, olmadı sayfanın kenarına boydan boya uzun bir çizik attım, daha olmadı sayfanın köşesine benim için sayfanın tamamı önemli anlamına gelen işaretler koydum.
Bu hikayedeki karakterlerin ve olayların çok kolay anlaşılamayacağını söylersem ukalalık yapmış olmam umarım. Çünkü ortada, bir dönüşüm süreci, mücadele, örgüt, yakın dönem Türkiye tarihi ve insanlardaki izdüşümleri, solcu insanlar, onların yaşadıkları ve gerçekten dışarıdan anlamanın zor olduğu içsel gerilimler, erkeklik kültürü vs gibi pek çok şey var… Hadi başlamışken ukalalık yapmaya devam edeyim ve bu kitaptaki bazı karakterleri anlamadan bu ülkede yaşanan bazı şeyleri ve yaklaşık 27 yaş ve üstü insanlarımızı anlamak mümkün değildir diyeyim. Tabi anlamak gibi bir çabanız varsa…
Diğer bir nota geçmeden senin gözünle de bakmaya çalıştığımı söylemeliyim karakterlere ve görmüş olabileceğin şeylere hayran kaldım… (Yine bir iş ilanından ifade : dikkat bu bir abartı değildir :))
Benim için bir tür “yarım teorisi” vardır, arada kalmışlık, ya da yarım bırakılmışlık teorisi de diyebilirim. Kitaptaki adsız anti kahraman, bu arada kalmışlığın ve el yordamıyla bulmanın gerilimini yaşayan insanlara dair de iyi bir örnek.
Nasıl anlatabilirim? Sanırım şöyle bir örnek verebilirim. Hümeyra ve onun yaşadığı ilişkiler, kendini içinde bulduğu ve yaşadığı “ilişki biçimi” ve sonrasında dönüştüğü şey ile Nilüfer’in yaşadığı dönüşümü kıyaslamak, Hümeyra’nın zaten yaşadığı şeye varması, bunu yaparken, Daridda, Faocoult türü yazarlardan, Frankfurt Okulu'ndan ya da postmodernistlerden etkilenmesi, dönüşümünün teorisini burada bulması çok önemli bir tartışma bence… Eminin kitap devam etseydi Nilüfer sonra Nietzsche’yi falan keşfederdi. Çünkü yaşadığı içsel gerilimler, hayatının anlamsızlığı hissi onu oraya doğru götürüyordu…
Ben en çok aramızda yedi yaş bulunan kardeşimde ya da öğrencilerimde gözlemliyorum bazı şeyleri. Örneğin onların bu arada kalmışlığı bu boyutuyla yaşamadığından eminim. İlişkileri, ilişkilerinin biçimleri vs konusunda hem erkekler hem kadınlar daha netler. Bu netlik benim açımdan, doğru yerde oldukları anlamına gelmiyor elbette. Kastettiğim dönüşümün içinde değil dönüşmüş bir şeyin içinden yaşıyorlar ve hissediyorlar…
Yok yok, kısa tutamayacağım yazacaklarımı. En iyisi başka şeyler de yaz da ben de onlar üzerinden düşünmeye devam edeyim. Şimdilik son bir not daha yazayım: “Kim erkek kim kadın? Kadında erkek, erkekte kadın ve insan…”
Çok teşekkür ederim Fatoş… Çok güzel gözlerin var ve çok güzel bakıyorsun. Bu sadece, gözlerinin şekli, rengi değil biliyorsun… Ne yaparım ben sensiz…

Çağdaş Yılmaz dedi ki...

Bazı Adamlar vardır insanların hayatların da çok önemli bir ver kaplar işte benm içinde MEhmet Açar odur... Yaptığı, söyledği her şeye kayıtsız varım ....ve bildğim kadarı ile bu Açar'ın dördüncü kitabı kesin okumak gerek...

Aaron dedi ki...

Okurken bir çok yerinde '' yaptıklarını yanlış bulduğunuz ,kızdığınız ve kimi zaman hor gördüğünüz '' adı geçen her bir kahramanı , kitap bittiğinde arayıp hatırını sormak hatta kimileri ile arkadaşlık kurmak isteyeceğiniz harika bir roman ...

SN dedi ki...

kitap için gerçekten teşekkürler :)

Adsız dedi ki...

kitabı okumaya başladım. 52. sayfadayım. teşekkür ederim. iyi tatilller. öyküyü öp benim için.

Adsız dedi ki...

Neden böylesiniz: Size kaybettiğinizi düşündürdüğümüz an sizi kazandığımız an oluyor !

banu dedi ki...

nerden werdin bu kitabı bana yaww :)iki gündür bırakıp uyuyamıorum gözlerim görmeyince BAŞKAHRAMANI,NİLÜFERİ,HÜMEYRAYI,ALİYİ vs.hepsini düşünerek mecbur bi uykuya dalıyosun,ama bitiyo bu akşam son bölümdeyim ve meraktayım.. bu arada özledik gel artık

EgeEfe dedi ki...

Artık karar verdim, yolculuklarda okuduğum kitapların benim için daha farklı bir anlamı var. Yolculuklar sanırım insanı hüzünlendiriyor. Hele de yapılan yolculuk, bir metafor olarak değil gerçek bir düşe, düşlerindeki insana doğru yapılan bir yolculuksa…
İşte dün yaptığım böyle bir yolculuk esnasında, akmayan zamanı ardından iteklemek için otobüste okuduğum bir kitaptan, altını çizdiğim, bu yazıyı ve bahsedilen kitabı bana hatırlatan aşağıdaki alıntıyı paylaşmak istedim. Biraz uzun bir alıntı ama…

“Gerçeği, yalnızca gerçeği anlatacağıma ant içerim. Tanık sandalyesinde oturanların açılış cümlesi bu, en azından Hollywood mahkemelerinde… Oysa bu söze böyle giren bir yazar, daha baştan iki seksen yere serileceğini kabullenmelidir. Yalnızca olguları, kendi adlarına konuşmaya fazlasıyla hevesli olguları yazmaya kalkışsa bile, önündeki matrisi doldurmaya başlar başlamaz seçimler yapmak zorundadır. Neyi, kimi, hangisini? Aynı olguların farklı dizilişlerle bambaşka gerçeklikler doğurduğunu görecektir. 26’lık bir destenin sunduğu sayısız poker eli gibi. Seçimlerinde nesnel olacağını da öne süremez. İster istemez ayrımcılık, adam kayırma, bir-iki kaçamak işin içine karışacak; İtirafa yanaşmadığı ne kadar korkusu, beklentisi, değersizlik duygusu varsa, bir anda gün ışığına çıkıp pek böbürlendiği gözlem gücünü orasından burasından tırtıklayacaktır. Hiçbir ego kendi gerçeğiyle baş edecek denli küçük değildir çünkü. Bu aşamayı da inancını yitirmeden atlatabildiyse – ki onun gözü karalığından ve idealistliğinden dolayı ayrıca kutlamalı – olgular ve sözcükler arasında kendi elleriyle, kılavuzsuz bir köprü kurması, gereç seçiminden ışıklandırmaya dek, bir şeyin üstesinden tek başına gelmesi gerektiğini kavradığında burnu iyice sürtülecektir. Artık onu bekleyen en korkunç düş kırıklığı, dört duvar arasında, bir kül tablası deryasında geçen ve alnında bir başka çizgiyi derinleştiren sayısız gün ve gecenin sonundadır. Onca çaba, özveri, çırpınış ve bunalımın sonucunda ortaya çıkan, hiç de umduğu gibi bir köprü, ondan dışarıya, dış dünyaya ulaşan bir köprü değildir. Yaşam, bütün kayıtsızlığı ve alaycılığıyla akıp giderken, o yalnızca, gerçeğin korkunç çölünde kişisel bir gözlem kulesi yapmıştır. Çatlak tahtalarından rüzgar dolan, sallantılı, uğultulu bir kule… Sonuçta, eline kalem alan herkes şu soruyla fazlasıyla boğuşmak zorundadır : Gerçeğin ne kadarına DAYANABİLİRİM?” (Kırmızı Pelerinli Kent, Aslı Erdoğan, Syf.68 Adam Yayınları, 1998)

Adsız dedi ki...

yarıya geldim ve bir an önce bitirmek için sabırsızlanıyorum :)

Adsız dedi ki...

NTV Bilim Dergisi almıştım geçen. Eylül sayısının kapak konusu Belleğin Sırları idi. İçinde tek bir yazı var bununla ilgili ama o kadar keyifli ve ilginç bir yazı ki...

Seninle bir iki alıntı paylaşmak istedim.
Okurken aklıma Çok Uzaklarda Bir Yaz hakkında yazdıkların, hem de yazında bağlantılarını verdiğin yazılarında söylediğin şeyler geldi.

Eğer bulursan yazının tamamının ilgini çekeceğinden eminim. Üstelik Öykü için de okuman faydalı olabilir. Ama bir yazı için almam dersen çok uzun bir yazı ama ya yazarak ya tarayarak yollarım ben sana...


"Luis Bunuel, öz yaşam öyküsü olan "Son Nefesim" adlı eserine, insan belleğinin "tuhaf"lığıyla ilgili bir anısıyla başlar...
Bunuel, arkadaşlarına sık sık yakın dostu Paul Nizanın kilisede yapıla düğününde olup bitenleri anlatmaktadır. Kilise, davetliler, gelin ve damadın giysileri, törende olup bitenler yakınlarda olmuşçasına canlıdır belleğinde. Düğün sırasındaki duygularını bile hatırlar. Tören Saint Germain des Pres kilisesinde gerçekleştirilmiş ve damadın tanığı da Jean Paul Sartre olmuştur. Ama yıllar sonra bir gün aniden arkadaşının koyu bir Marksist, evlendiği kadının da bir tanrıtanımaz olduğunu ve bu nedenle kilisede evlenmiş olamayacaklarını fark eder. Bunuel tüm ayrıntılarını hatırladığını sandığı düğünün, şimdi gerçekten olup olmadığından bile emin değildir.
Bunuel yıllar sonra geçmişini hatırlarken, gerçekte hiç olmamış bir olayı sanki yaşamış gibi hatırlamasıyla başladığı anılarını okuyacak olanlara, yazdıklarının/hatırladıklarının gerçekliğinden kendisinin de emin olmadığı uyarısını yapar."
Dergide bununla ilgili yıllar süren çok ilginç bir bilimsel araştırma bile var ve ardından sorular geliyor...

"Öyleyse hatırladıklarımızın gerçekten yaşadıklarımız, hissettiklerimiz olup olmadığını yoksa bilmiyor muyuz? Geçmişte çok sevdiğimiz bir şeyi uzun yıllar sonra sevmediğimiz bir şey olarak hatırlıyabiliyorsak, belleğimiz ne işe yarıyor? Daha önemlisi, sağlıklı insanların belleği bil geçmişi doğru hatırlayamıyorsa geçmişten söz etmenin bir yararı olabilir mi?
Kendi hayatımızı yanlış hatırlıyorsak biz kimiz o zaman?"

Nazmi dedi ki...

Kitaptan haberdardım ama okumadım. tarzı Neva (İlgin onat) ya benziyor.

butterfly dedi ki...

Bu kitaba sanırım tam da şimdi ihtiyacım var yoksa bunca zamandır blogu açıp buraya gelmezdim.. butterfly

Unknown dedi ki...

Sana teşekkür ederek başlayacağım ve kitap hakkında olan düşüncelerimi sonra yazacağım.Hatırlıyor musun niçin verdiğini bana kitabı?Okuma alışkanlığımı kazanayım diye ki kesinlikle işe yaradı emin olabilirsin.Binlerce kez teşekkürler...
Geçeyim kitap ve kahramanı hakkında ki düşüncelerime.Yazarın dediği gibi bir anti-kahramanın hikayesi.Bana bu kahraman herkesin hayatında var gibi geldi sadece itiraf edemediği bir kahraman.Bilemiyorum belki ben yanılıyorum ama kendimde ki bir hatayı farketmemi sağladı o kesin.İnsanlar hayatının belli dönemlerinde hep br anti-kahramanı içinde barındırır gibi gelir bana.Bu da bizlerin acıyı sevmemizden ona aşık olmamızdan kaynaklanıyor gibi geliyor hep.''Dışarıdan bakıldığında,İnsan kendisi için sadece sağlık,zenginlik ve esenlik diler.''-''Oysa kendisini gözlemleyebilseydi...kendi yüreğini ve içindeki ıstırap ezgisini duyabilseydi,başına belki gelecek,belki de hiç gelmeyecek korkunç olayların beklentisiyle yazdığı felaket senaryolarının repliklerini bir dua gibi hiç durmadan tekrarlayan sesini de işitebilecekti...''Bu kısım aslında roman kahramanın bence tüm özeti ilişkilerinde,iş hayatında herşeyde etkili olan acıyı sevme durumu.Okurken hep hissettim bunu ki kendimde de zaman zaman gördüğüm bir hata bu.Kitaplar ve kahramanlar böyle işte hep bir empati durumu yaratır.
Kitap bitti.Bu yazıyı yazmaya oturdum hep kafamda bir ezgi.Çok sevdiğim bir şarkı ve sözü.Kafamın içinde dolanıyor hep roman kahramanı ile bağlantıdayım.Şarkı Redd'in Roman Kahramanı.Sanki şu sözler cuk oturuyor;''Bir cümlede varoldum nokta kondum son buldum,
Bin bir kere kusur oldum işaretlenip ünlem oldum.''
Bu sözler hep kahmananımızın karar mekanizmasını hatırlatıyor bana.Hiç kendi karar vermiyor sanki hep karşısındakinin kararlarını yaşıyor gibi.Galiba çok düz oldu.:)
Bazen insanın iç dünyası kendi şeytanı oluyor.Kitap için çok teşekkürler;).Bitti.